Geçen hafta avukat arkadaşlarım Ahmet Kılıç ve Selim Murutoğlu ile birlikte Bolu F Tipi Cezaevi’ni ziyaret ettik. Dört mahpus ile görüştük.
Biri tutuklu: Alparslan Kuytul. Üçü ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılmış: İrfan Çağrıcı, Rüştü Aytufan ve Necdet Yüksel.
Müddetnamesini yanında getirmişti Rüştü Aytufan. “Ölünceye Kadar Hapis” yazıyordu resmi evrakta, büyük harflerle, kalınca. İnsan görünce bir tuhaf oluyor. “Ölünceye kadar” hapisten çıkamazsın, diye emir buyurmuş Devlet.
İrfan Çağrıcı, geldiğimize acayip seviniyor. Birileriyle konuşmaya o denli ihtiyacı var ki, anlatılamaz bir açlık. Her halinden belli oluyor heyecanı ve başlıyor aşk ile şevk ile anlatmaya. İşin kötü yanı şu ki, kekelediği ve sözcükleri yuttuğu için dediklerini anlamak için ciddi bir çaba harcamak zorunda kalıyoruz bazen.
Bize iki kısacık hikâye anlattı ki unutmak ne mümkün.
Betondan ibaret küçücük avlularında bir çiçek açmış! Kocaman bir heyecanla karşılamışlar çiçeği. Sulamışlar büyümüş, sulamışlar büyümüş. Bir süre, gardiyanlar görmezden gelmişler bu davetsiz misafiri. Ne var ki iki buçuk ayın sonunda ortalama bir insan boyuna ulaşmış çiçek. (Çiçek değil de bir tür çalı demek daha doğru imiş.) Koğuş için müthiş bir sevinç kaynağı bu. Her gün dört saatliğine de olsa avluya çıkabiliyorlar ve karşılarında bir doğa parçası!
Ne var ki bir sabah ansızın gardiyanlar tarafından düzenlenen bir operasyonla yerinden sökülüp alınmış bu talihsiz çiçek. Yasakmış çünkü koğuşlarda çalı çırpı, toprak, börtü böcek ve çiçek.
Neyse ki hava bedava, su bedava… Güneş, yağmur, rüzgâr, kâr? Eh, ara sıra!..
Cezaevi beton ve demir yığınıdır. Yaşamın değil ölümün hegemonyası altındadır mahpuslar.
“İkimiz birden sevinebiliriz, göğe bakalım” derken şair, ne kadar yaşamayı tebliğ ediyorsa, o kadar ölmeyi tebliğ eder devlet, zindanlarında, bu ve benzeri insanlık-dışı yasaklarıyla. Allah’ın ve insanın doğası fena halde ötekileştirilmiştir. Bu, haddi fazla fazla aşan bir kibirdir.
Bir mahpusun içi acıyarak anlattığı hikâyede ölüme mahkûm edilen ve iki buçuk ay sonra infaz edilen çiçeğe ne demeli! Ne işin vardı senin orda, açacak başka yer mi bulamadın? Kanunu bilmemek mazeret sayılmaz ey Çiçek, yönetmeliklere aykırı davranmanın cezasını elbette çekecektin! (“Cezaevinde bir şekilde kendine yer bulmuş son çiçek de kopartılana dek sürecek bu ulvi mücadele! Devlet, ensenizde! “Adalet” Bakanlığı bu ve benzeri olayları büyük bir ciddiyetle soruşturmaya devam edecek, vatandaşların hiç şüphesi olmasın. Çiçekle mücadelede gevşekliğe asla yer yok!”)
İkinci hikâye, 27 yıldır cezaevinde bulunan bir mahpusla ilgili. Devletin “sol” diye damgaladığı bir dosyadan yatan bu mahpus her sabah bağırırmış, arkadaşlarını çağırırmış: Hasan!.. Murat!… Kenan!.. Olmayan, olsa bile o cezaevinde olmayan arkadaşlarını…
Her sabah onlara seslenir, onlar için yazdığı mektupları top yapıp koğuşların çatısından, sözde adreslerine postalarmış. Ne acıdır ki gönderen de yerinde yok, gönderilen de…
Bu mektuplar ara sıra kendi avlusuna da düşermiş İrfan Çağrıcı’nın. Bir umut, açar bakarmış ki okunması mümkün olmayan, çalakalem yazılmış satırlar. Meçhule yazılmış mektuplar.
Ağır mahpuslar, meçhule yazılmış mektuplardır, okunmayan yazılarla… İnsanları işte böyle delirtiyorlar! Demire, betona gömerek, tecrit üstüne tecrit ederek, insanı insandan, insanı doğasından kopartarak yıkıyorlar, bozuyorlar, buruşturuyor, imha ediyorlar insanı. İnsan’ı.
Onlar ne kadar insansızlaştırsalar da orada insanlar var. Az veya çok, bir cezayı hak ediyorlarsa da, insan gibi cezalandırılmayı bekliyorlar.
Çalı çırpı gibi değil, insan gibi. İnsan gibi muamele bekliyorlar. Çünkü onlar insanlar ve insan gibi bir muamele görmeyi hak ediyorlar.
Rüştü Aytufan hâlâ bolu f tipinde mi?
Mektuplaşmak için.
BeğenBeğen
Evet.
BeğenBeğen