15 Temmuz gecesi 22:30 sıralarında, evde kitap okuyorken, mahalledeki olağan dışı hareketlilik, balkondan balkona hararetli konuşmalar neticesinde haberi aldım: Darbe olmuş!
Türkiye’de her şey olur, şaşırma yeteneğimizi kaybettik sayılır, diye düşünmeme rağmen, yine de şaşırdım doğrusu. Yok artık, bu kadarı da olmaz, dedim. Yıl 2016!
Haberler birbiri ardına gelmeye başladı, telefon konuşmaları, ne oluyoruz derken, şaşkınlığı panik ve korku izlemeye başladı.
Bir yanda, durum vahim diyenler, diğer yanda olayı hayli basite indirgeyenler, öte yanda, bekleyelim görelim diyenler…
Kendimi sokağa attım. İlk olarak evimizin yakınındaki Güngören Belediyesi’ne bir bakayım dedim. Işıklar yanıyor, zabıtalar merdivenlerde, önde birikmiş kalabalık, eller telefonlarda, gergin bir bekleyiş…
Sokaklarda turlamaya başladım. İnsanlarda bir panik… Arabalar, motorlar hızlı hızlı, kaçar gibi sürülüyor. İnsanların bakkallara yığılmaya başladığını, daracık dükkânların arı kovanına döndüğünü, insanların makarna, su vs gıda malzemelerini avuçlamış, kasalardan geçmek için beklediklerini gördüm. Gözler sık sık tv ekranlarına çevriliyor…
Daha sonra, sokağa çıkma yasağı ilan edildiğini öğrendim. Açıkçası, bilhassa ve inadına sokaklara çıkmaktan başka bir çıkış yolu göremedim.
Millet sokaklara, meydanlara dolmalı ve direnmeli. Darbecilerin emirleri karşılık bulursa, daha başta, psikolojik olarak yenilecektik.
Ya darbeciler kazanacaktı ve millet perişan olacaktı, ya millet direnecek ve alçak darbecilere diz çöktürecekti. Başka seçenek yoktu.
O an eve dönmemek üzere bir savaşın içine girdiğimi hissettim. Böyle bir duyguyu hayatımda ilk kez hissettim. Bir direniş hikâyesinde artık kelimelerden bir fiildim. Sayfanın başlarında bir yerde, kendimi tek başıma hissettim. Cephe neresi, direnişi kimle nasıl örgütleyeceğiz? Sokaklarda tank veya asker aradı gözlerim, yoktu. Polis de yoktu ortalıkta. Fırtına öncesi puslu bir sessizlikti işitilen.
3-5 kilometrelik bir alan içinde sokaklarda, meydanlarda dolaştım durdum divane âşık gibi. “Burada” olduğumu gösterirken, nereye gideceğimi kestirmeye çalışıyordum.
Gelen telefonlardan birinde bir arkadaşım hüngür hüngür ağlıyordu. Hüzünlü, öfkeli ve heyecanlıydık.
İnsanları sokaklara çağırmakla başlayacaktı her şey.
Derken Tayyip Erdoğan ortaya çıktı, insanları sokağa ve direnmeye çağırdı.
O andan itibaren kitleler harekete geçti. İlk etapta karanlığın üzerine yürünecekti, sabaha kadar ayakta, sokakta, “hayır” denilecekti, darbecilere itaat edilmeyecekti.
Bir savaşta olduğumuzdan en ufak bir şüphem yoktu. Sabah gün ağarana kadar inanılmaz gelişmeler oldu, hepsi herkesin malumu, tarihi bir geceydi, kâbus içerikli, aşırıya kaçan, hayli netameli bir tuhaf rüya.
Jetlerin alçak uçuşu ve bombalama yapılıyormuş gibi yeri göğü inleten ses patlamaları, işin kolay bitmeyeceğini gösteriyordu. Bilhassa Boğaz Köprüsünden ve Ankara’dan feci haberler geliyordu.
Kaç gün, hatta kaç ay sürecek bu direniş diye düşünürken, her şey çok hızlı gelişti ve millet ölümüne mücadele verdi. Katil haydut çetesi tokadı yedi!
Farklı ve yoğun pek çok duygu ve düşüncenin tetikte yaşandığı hayli “uzun” ve sıcak bu yaz gecesi sona erdiğinde darbeci şerefsizlerin hezimeti netleşmişti. Rezil paçavralara döndüklerini görmenin hazzı da tadıldı bu arada.
Bir yanda sırtını alçakça düzenlerin ağababalarına dayamış bir grup şerefsiz, diğer yanda onuru için, onlara esir olmamak için inisiyatif alan ve karşı koyan millet: gençler, teyzeler, ablalar, amcalar, dayılar, dedeler…
Ben zorunlu askerliğe karşıyım. Bu savaşa gönüllü olarak katıldım. Sıcak savaş millet için –şimdilik- 12 saatte bitti. Şahsen ancak arka saflarda yer aldım. Üzerine çıkılacak tanklara bir hayli uzaktım. Bedelini kanlarıyla canlarıyla ödeyenler öndeydi, önden gittiler. Allah niyetlerine göre karşılığını kendilerine fazlasıyla verecektir. Allah büyüktür, şahittir, kalplerin özünü bilir.
İnsanlık ve millet düşmanı, şeref yoksunu kukla darbeciler kazanmış olsaydı, şüphe yok ki bu ülke, milyonlarca insanımız, perişan olacaktı. Çocuklarımıza seksen sonralarını miras bırakacaktık. Ülkenin düşünen, itiraz eden, hayır isteyen, “hayır” diyebilen güzel insanları, binler, on binler hapislere atılacaktı. Karanlık ve pislik bir zihniyet eldeki avuçtaki özgürlükleri ve hakları da hoyratça gasp edecekti. Haysiyetimiz talan edilecekti. Ambalajlı lafların ardına sığınılarak, milyonlarca insanın tepesine çökülecekti. İşin şakası yoktu.
Sabahın erken saatlerinde İstanbul Emniyeti’nin önünden geçtim. İnsanlar yorgun, herkes bir köşeye çekilmiş, dinleniyordu. Halka ücretsiz çay ve kahvaltılık dağıtılıyordu. Başta itfaiye araçları olmak üzere, sayısız araç yolları kesmiş, darbeci tankları, kamyonları önlemek için barikat kurmuştu. Pek çok kritik noktada olduğu gibi…
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin binası önünde sabah kadar sürmüş çatışmalar. Ölenler, yaralananlar olmuş, yerlerde kan izleri… İki askeri araç, parçalanmış, lastikleri patlatılmış, ceset gibi, ibret vesikası olarak yatıyorlar yolun ortasında.
“Sapıklık”la başlayan, sükûnetle son bulan çılgın, hiç unutulmayacak bir geceydi. Millet adeta gitti geldi! Uçurumun kenarından döndük.
Umulur ki bu şerden kalıcı hayırlar çıkar. Bu savunma, bu direniş bizlerin, milletin, ümmetin sağduyusuna daha çok vicdan, daha çok merhamet, daha çok adalet ve feraset katar.
Umulur ki bu damar güçlenir. Zalimlere itaat edilmez. Gerektiğinde her şekilde, liderler abiler ablalar, kurumlar, kuruluşlar beklenmeden, itiraz edilir, itaatsizlik edilir, hakkı müdafaa için harekete geçirir, hakta sebat edilir.
Umulur ki içimizdeki beyinsizler (beyni uyuşmuş şapşal sürüleri) yüzünden helak olmayız.
Umulur ki iyiliğe güç katarız, kötülüğü zayıflatır, ortadan kaldırırız.
Ben demokrasi veya rejim için değil, bu değerler ve umutlar için kaosa değil direnişe mütevazı bir katkıda bulunmak için sabahladım.
Hayırlı sabahlarımız olsun.