Bir Askerlik Anısı

Hayat hikayelerden oluşur. Her gün sayısız hikayenin bir yerinden geçip gideriz, farkında olalım, olmayalım. Kimisinde başrollerden birindeyiz, kimisi içinse sadece bir kenar süsünden ibaretiz.

Gözümüzün önünde akıp giderken tanık olduklarımızdan çok başkalarınca yaşanan hikayeleri okuyor, dinliyoruz.

İnsanlar yola çıkınca hikayeler de öne çıkıyor. Gözlere bir farkındalık, hafızaya canlılık geliyor. Hareket ve bereket.

Askerlik bahsi açılınca anlatmaya başladı:

“Acemi birliğine gittik, ben tabii uyanığım, İstanbul çocuğuyum. Benim gibi 3-4 İstanbul çocuğu daha var. Biz her türlü görevden kaçıyoruz itinayla. Birkaç gün sonra tanıştık kaynaştık. Nerede doğdun, okudun, neler yaptın… derken, İmam Hatipli olduğumu söyledim.

Ben, İmam Hatipli olduğumu beyan eder etmez, “oğlum sen ayvayı yedin!” dediler.

“Neden” diye sordum.

“Biliyorsun, askeriyede din yok iman yok, senin ananı ağlatacaklar!”

Neyse, acemiliği bir şekilde atlattık, usta birliği için bizi Van’a gönderdiler. Görev yerinde bekliyoruz, içeri bir yüzbaşı girdi ve ilk sözü şu oldu: “Gençler Selamun Aleyküm!”

İçimden dedim: Oğlum, sizi bilmem ama ben rahatım!

Yüzbaşının ilk sorusunu da unutmuyorum: “İçinizde İmam Hatipli var mı?”

Elimi kaldırdım. Şöyle bir baktı bana. “Geç bakalım” dedi, “seni imam yaptım”.

Dışarı çıktım ki, bir asker, “sen imam mısın?” diye sordu. Evet, dedim. Beni aldı, yerime götürdü, arkadaşlarla tanıştırdı ve “ben terhis oluyorum, gitmeden neyi nasıl yapacağını sana göstereceğim” dedi.

Ertesi sabah beşte beni uyandırdılar, “kalk, hadi, gidiyoruz” dediler.

“Hayırdır, sabah namazını mı kıldıracağım?”

“Görürsün birazdan ne kıldıracağını!”

Beni aldılar, askeri araca bindirdiler ve bir Adli Tıp binasına götürdüler. Allah Allah, diyorum içimden: Benim burda ne işim olabilir?

Yarım saat sonra bir ambulans geldi, içinden siyah torbada bir ceset getirdiler, otopsi yapılacakmış, musalla taşı gibi bir masanın üzerine koydular, torbayı açtılar, benim aklım çıktı!

Bir asker, G3’le kafasına sıkmış. Oturduğu yerden iki mermi kafasına, bir mermi ise sol omzuna girmiş. Çocuğun adını hatırlamıyorum. İntihar eden asker diye, 2010 yılı kayıtlarında vardır.

Daha bismillah, göreve başlamışım, ilk iş, kendimi otopside buldum.

Doktor, intihar eden askerin iç organlarına bakarken, “Aaa” dedi, “bu çocuğun askere gelmesine gerek yokmuş ki!”

Otopside 3-4 kişiyiz. Neden, diye sordu bir memur.

“Tek böbrekli bu çocuk, bunlara çürük raporu veriliyor doğrudan”.

Otopsi sona erince çocuğu yıkadık, kefenledik. Kafasının arkası yoktu, orayı pamukla doldurduk. Tabuta koyduk, Türk bayrağına sardık, memleketine gönderdik.

“Badi”si de yanındaydı çocuğun, eşyalarını taşıyordu, hikayesini ondan öğrendik. Komutanın biri çocuğa çok kötü davranmış. O da bunalıma girmiş, kafasına sıkmış.

Komutanının “mobbing”ine dayanamamış, kalbine sıkmış bir asteğmen vardı, yine. Toplam dört vaka olmuştu benim zamanımda. Biri farklıydı. Kanas’la çok uzaktan vurulmuş bir binbaşı idi. Onun için müftü çağırılmıştı özel olarak, ben de yanındaydım. Müftü yıkadı, kefenledi, duasını etti, şehit merasimi düzenledi.”

Hikaye içindeki hikayenin hikayesi zorbalığa dayanıyor.

Kıssadan hisse almak için kuklaya değil kuklacıya bakmalı.

Zorunlu askerlik denen zorbalık sürdürülmüyor olsaydı, bugün o çocuklar hayatta olacaklardı.

Gencecik çocuklar kalplerinden, kafalarından vurulurken tetiği çeken zulüm sorgulanmadan, adına “savaş” denen çok uluslu şirketlerle, kanla beslenen rant düzeniyle hesaplaşmak söz konusu bile olamaz.

Bu ahval ve şerait içerisinde bedelli-bedelsiz askerlikler, soralım birbirimize, bela-savar “haraç”lardan öte ne anlam ifade etmekteler?

Evlatlarınız sıraya girecekse siz sıranızı savmış olmuyorsunuz. Sıra orda duruyor, sıraya girmek zorunluluğu ile el ele kol kola.

Kölelere Özgürlük Talebi

https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2019/12/23/kolelere-ozgurluk-talebi/

2013 yılında vicdani retçi olduğumu kamuoyuna duyurdum.(1) 2013 yılının 28 Şubat’ı. O günün sembolik anlamı vardı benim için.

30 yaşındaydım. “Başıma bir iş gelmeyecekse” ben askere gitmiyorum, diyecek kadar saf değildim lakin Türkiye’nin 28 Şubat döneminden çok daha karanlık bir tünele gireceğini aklımın ucundan geçirmezdim. Dahası, Müslümanların zulüm üreten bu sisteme çok kısa bir süre içinde böylesine “aşkla” bağlanabileceklerine hayatta inanmazdım.

İnsan umutla bakıyor geleceğe. Toplum ve ülke olarak ahlaken ve hukuken yükselişe geçeceğimize inanıyor, inanmak istiyordum. Yine de umutla bakıyorum geleceğe elbette fakat o geleceğin yakın zamanda geleceğine inancım kalmadı. Görmeye ömrüm vefa eder mi? İnşallah diyelim.

Geride bıraktığım yedi yılda tarih içinde zerre kadar değeri olmamakla birlikte şahsi tarihimde dört önemli gelişme yaşandı.

Halkı Askerlikten Soğutmak suçundan yargılandım 2015’te ve beraat ettim.(2) (Böyle bir suç olabilir mi diye mantıklı bir soru soran varsa, evet, olabiliyor, halen. Halkı bilimden, sanattan, hukuktan soğutmak suç değil ama… Öte yandan, halkı siyasetten iğrendirmek ise sevaptır bu ülkede!)

Milli Savunma Bakanlığı, çalıştığım işyerine bir yazı göndererek işverenime “yanında çalıştırdığın asker kaçağını ya askere gönder ya da işten çıkar” talimatı verdi.(3) OHAL dönemindeydik ve talimat, uymayan işverenlere dava açılacağı tehdidi içeriyordu.

Türkiye yıllar içinde, hak ve özgürlüklerin daraldığı, ifade özgürlüğünün can çekiştiği, içine çöken, kendine yazık eden bir ülke haline gelince, nihayet bir hafta içinde iki gelişme daha oldu.

İlk olarak iş hayatım için zaruri olarak kullandığım banka hesabıma bloke konuldu. Gerekçe, bilmem hangi GBT yoklaması sonucu imzalamak veya imzadan imtina etmek zorunda kaldığım bir evrak dolayısıyla, askerlikle ilgili bir para cezasıydı.

Nihayet geçen gün Akçaabat 1. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görülen dava neticesi Askeri Ceza Kanunu’na muhalefet ettiğim gerekçesiyle beş ay hapis cezasına çarptırıldım. Neyse ki daha önce herhangi bir yasayı ihlal etmişliğim yoktu, kötü bir adama da benzemediğim için hükmün açıklanmasının geri bırakılması ile ödüllendirildim!

Hayırlı olsun!

Şahsi bir meseleden dolayı değil, bu ülkedeki milyonlarca insanı, evlatlarımızı doğrudan ilgilendiren bir davadan dolayı ceza aldım. Bir hakkı ihlal ettiğim için değil talep ettiğim için ceza aldım. Hukuku çiğnemedim, bilakis hukukun uygulanmasını teklif ettim.

Askerlik, en yumuşak tabirle, bir dayatma bu ülkede. İnsanların zorla asker yapılması, inançlarına, değerlerine, siyasi görüşlerine bakılmaksızın militarizm fabrikasında işleme sokulması olacak iş değil. Pespaye bir kölelik kalıntısı. Nerede insan hakları, hani insan onuru?

Yeri gelmişken hatırlatalım: Vicdani retçi asker kaçağı değildir. Vicdani ret bir haktır. Türkiye Cumhuriyeti, anayasal güvence altında sahiplerine teslim etmekle yükümlü olduğu bu hakkı tanımamak için diretiyor, mızmız bir çocuk gibi.

İşin, Müslümanlar açısından en vahim yanı da şudur ki; laikliği şiar edindiğini beyan eden devlet, İslam dinini bu işe alet etmekten bir türlü vazgeçmiyor. Ne dinmiş arkadaş, “harca harca” bitmiyor!

Ordu peygamber ocağı imiş. Hangi peygamber bu, belli değil. Kur’an’da adı geçmeyen, özellikleri ortaya konulmamış bir peygamber. Şehitlik hakeza. Başka tür bir şehitlik. Kur’an’ın tanımladığı şehitlikten (şahitlikten) başka bir şehitlikle karşı karşıyayız. Demokrasi şehidi gibi türedi bir “şey” ama tam nedir, tanımını bilen beri gelsin.

“Gelin şu askerlik meselesini konuşalım” diyoruz, “şu işe adil bir çözüm bulalım.”

Askerliği putlaştıranlar değil ama insanın haklarını merkeze alanlarla oturup konuşabilir, pekâlâ bir orta yol bulabiliriz. Tamam, Orta Doğu çok da arkamızda değil lakin Batı da uzakta sayılmaz.

Bahsini ettiğim dört hamleden sonra biz de bir karşı hamlede bulunalım, diyoruz avukatımla.

Anayasa Mahkemesi’ne müracaat edeceğiz ve hak ihlallerini tespit edip hakkı teslim etmesini bekleyeceğiz. (Çok beklersin, diyenleri duyar gibiyim.) Anayasa Mahkemesi bu ülkenin en üst, en iyi mahkemesi mi olacak yoksa sadece bir takoz olarak mı kalacak, buna kendileri karar verecekler. (Yoksa çoktan karar verdiler mi! Evet, KHK’lıların durumu ortada.)

Yanlış hesap Bağdat’tan (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden) döner.

Dönecek dönmesine de, dönmese de dert değil. Allah var.

Onlar (sivil) ölümü gösterip sıtmaya razı etmeye çalışıyorlar. Bense ölümü hatırlatıyorum. Şu üç günlük dünyada insanları münafıklığa zorlamayın. Zorla güzellik olmadığı gibi askerlik de olmaz, anlayın artık. Nereye kadar bu zorbalık?

Biz, mahkûm eden ve mahkûm olan üzerine düşünmeye devam edeceğiz.

Ve “kölelere özgürlük” talebimizi asla yere düşürmeyeceğiz.

*https://mehmetalibasaran.wordpress.com/hatira-defteri/
**http://www.radikal.com.tr/turkiye/askeregitmeyin-com-sitesine-askerlikten-sogutma-davasi-1371819/
***https://www.emekveadalet.org/alinti/bu-ne-haldir-mehmet-ali-basaran/