Cezaevi Ziyaretleri – 24

Avukat arkadaşım Selim Murutoğlu ile Bakırköy Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’ndaydık dün.

Yakın tarihin en uyduruk davalarından biri olan Gezi Parkı Davası’nda 18 yıl hapis cezasına çarptırılan tutsaklardan üçünü ziyaret ettik. Üç farklı kuşaktan, sorumluluk sahibi üç cesur kadın: Mücella Yapıcı (71), Çiğdem Mater (44) ve Mine Özerden (57).

Mimar Mücella Yapıcı, içinde bulundukları cezaevinin F Tipi Cezaevlerine kıyasla mimari açıdan daha insani ve havadar olsa da ciddi sorunlar içerdiğini ifade ediyor. 800 kişi için planlanan cezaevinde en az 1.300 kişi kalıyor. 12 kişi için tasarlanan koğuşlara 36 kişi tıkıştırılmış durumda.

Anayasa Mahkemesi, avukat vekil Meral Danış Bektaş’ın başvurusu üzerine, avlulara kamera yerleştirilerek koğuşların izlenmesinin “hak ihlali” olduğunu belirtti. Cezaevi koğuşunda bir mahpus da olsa insan, özel hayata ve mahremiyet hakkına saygı duyulmalı.

Bu ülkede, hoşa gitmeyen mahkeme kararlarına uymamak gibi bir devlet geleneği bulunduğundan, hak ihlalleri Bakırköy Kadın Cezaevi’nde de rutin bir hal almış. İnsan haklarına saygının olmadığı bir ortamda hak talepleri taştan duvarlara çarpıp geri dönüyor.

Mücella Hanım’ın dikkatini çeken bir diğer husus, cezaevinde toprağa, yeşile, ağaca hatta çiçeğe asla yer olmaması. İnsan fıtratına aykırı bir cezalandırma mantığının, pratiğinin sonuçlarından sadece biri.

“Dibe vurduk ama sorun şu ki bizim toplumda dip bilinci yok” diyor Mücella Hanım. Hukuksuzluk ve çürüme ülkenin her yanına sirayet etmiş durumda. Görüşmenin ardından cezaevinden çıkacak biz ziyaretçilerin hiç güvende olmadığımızı söylüyor. “Ben burada en emin ve salim yerde olduğumuzu düşünüyorum” diyor.

“Şu sıralar neler okuyorsunuz” diye soruyorum.

Okumakta olduğu üç önemli kitabı sıralıyor: “Kötülüğün Sıradanlığı”, Hannah Arendt (Metis Y.), “Bir Alman’ın Hikâyesi”, Sebastian Haffner (İletişim Y.) ve “Hitler Üzerine Notlar”, Sebastian Haffner (İletişim Y.)

Aşırı yakın tarih okuması diye buna derler. Tevafuk, ben de İstanbul’a gelirken Arendt’in kitabını yanıma almıştım, kitap kulübümüzün Ağustos için seçtiği eseri.

Haffner’in kitaplarını da fena halde merak ettim ve derhal okuma listeme ekledim. Çevirileri de gayet başarılıymış.

Mücella Hanım’la görüşmemiz kısa sürdü. Kendinden emin ve gayet huzurluydu. Haklı olmanın getirdiği bir rahatlık ve iyilik hali. Hemen ardından Çiğdem Mater geldi, elinde 1.5 litrelik su şişesiyle, sabah sporunu yapmış da geçerken uğramış gibi.

Çiğdem Mater Utku sinema yapımcısı ve gazeteci. Enerji dolu ve neşeli. 26 Nisan’dan bu yana, 100 günü aşkın tutsaklığında yaşadığı, gördüğü sıra dışı hadiseleri anlatıyor, heyecanlı ve eğlenceli:

“Cezaevi çok dürüst bir yer. Normalde asla yollarının kesişmeyeceği insanları tanıma imkânın oluyor. Kemalettin Tuğcu romanları ile Mahsun Kırmızıgül filmlerindeki gibi hayatlara sahip insanlarla dolu burası.”

Müthiş bir çeşitlilik ve zenginlik sunuyor Bakırköy Kadın Cezaevi zira ezici bir çoğunluğu adli mahpuslar oluşturuyor. Uyuşturucu ve hırsızlık vakalarından mahkûm çok. Kasımpaşalı – Trakyalı romanlar Arabacılar. (Şehirli/elit, köylü/avam diye kendi aralarında bir ayrımcılık var anlaşılan) Kendi aralarında romanca (çingenece) konuşuyorlar. 300 kadar yabancı –çoğu da Afrikalı, uyuşturucu ticaretinden ağır cezalara çarptırılmışlar. Konsoloslukları ilgilenmiyormuş vatandaşlarının durumuyla.

Cezaevi içinde “Tissum” adlı markaya (tissum.com) ait bir tekstil atölyesi olduğundan bahsediyor Çiğdem Hanım. Kimindir, nedir, internete girip bir bakın diyor bize. Bakıyorum. Otel ve Restoran tekstil malzemeleri üreten, satan bir firma.

İyi halli 50 kadar “seçkin” mahpus bu atölyede çalışıyormuş. Müthiş bir sömürü olduğundan bahsediyor. Ayda 600 TL karşılığında, elbette sigortasız çalışıyormuş kadınlar. Afrikalı bir mahkûm, ülkesini aradığında 1 dakikalık görüşme için 100 TL ödemek zorunda kalıyormuş. Düşünebiliyor musunuz: 1 ay sabah akşam çalışıp kazandığın parayla ancak 6 dakika telefon görüşmesi yapabiliyorsun anne babanla, eşin veya çocuklarınla!

Yemekhanede çalışanlar ayda 400, temizlik ve yemek dağıtımı işinde çalışanlar 350 lira kazanabiliyorlarmış. 100 yıl önce “Ölüler Evinden Anılar” değil anlatılanlar, 2022 İstanbul Bakırköy’den, “Memleketimden İnsan Manzaraları.”

Parası olmayanlara kölelikten başka seçenek tanınmıyor cezaevinde. Ne acı. Cezaevleri denetime son derece kapalı yerler olduğundan, orda ne tür hak ihlalleri, işkenceler olduğu, sömürünün ne boyutlara ulaştığı hakkıyla aydınlatılamıyor.

“İçerde vakit nasıl geçiyor” diye soruyorum. “Çokça okuyor ve yazıyorum. Hiç bilmediğim dünyaları dinliyorum” diyor.

Bugün Çiğdem Hanım’ın (6 Ağustos) doğum günü. Cezaevindeki ilk doğum gününü kutluyoruz Selim ve ben, erkenden. Pasta kesecek imkânımız yok. Cezaevine öyle şeyler sokamayacak kadar sıradan fanileriz!

Kitaplardan konuşuyoruz bol bol. Muhabbet kahkahalarla fokurduyor, zaman su gibi akıp geçiyor lakin bir yerde nokta koymak zorundayız. Mine Özerden’i daha fazla bekletmek istemiyoruz.  

Konuştuğumuz üç isim de, sözleşmişler gibi, ceza infaz memuru kadınlardan bahsediyorlar. Sağlıktan yazılıma kadar çok başka alanlarda uzmanlaşmış ve fakat atanamamış, donanımlı, çok iyi insanlar olduklarından bahsediyorlar. Çalışma şartlarının hiç iyi olmadığından ötürü üzülüyorlar onlar adına. Anne olanlar hele, çocuklarıyla, aileleriyle yeterli düzeyde vakit geçiremiyorlarmış. Pek çok alanda olduğu gibi burada da “kadrolu-sözleşmeli” diye bir ayrım varmış, fazlasıyla hakkaniyetsiz biçimde.

Bir ülkenin büyüklüğü, evlatlarına verdiği değerle ölçülür. Ulu bir çınar olmanın reklamlarına, propagandasına para saçan bu ülkenin kaderi mi Allah’ım bodur kalmak?

Antropoloji eğitimi almış, belgeselci, sivil toplum çalışmaları içinde bulunmuş bağımsız bir hak savunucusu Mine Özerden. Anneleri hüküm giydiği için kendileri de cezaevinde yaşamaya mahkûm olmuş az sayıda çocuk olduğundan bahsediyor. O çocuklardan biriyle – adı Çınar’dı sanırım – arasında geçen konuşmayı aktararak bitirmek istiyorum, ziyaret notlarımdan derleme bu yazıyı.

Kendi dertlerinden çok başkalarının dertlerini dillendiren bu kadınların neden içerde olduklarını şimdi daha iyi anlıyorum, fakat bilmem ki anlatabiliyor muyum?  

Avukat olmak insana para kazandırır elbette. Ama farkı buradan neşet etmiyor bu mesleğin. Hakkı tutup kaldırmak izzetini kuşanmak için sağladığı avantajda hikmeti. Rahatça dolaşabilirsiniz adaletin ayaklar altına alındığı saraylarda, koridorlarda, kalemlerde, dosyalarda… Kayıtsızlıklardan imal edilen zulümler sonucu cezaevine düşenlerin yanına varmaya olanak sağlıyor, cüzdanlarda saklı avukatlık kartı. Yeter ki önyargıları aşacak denli ufku, vicdanı ve mecali olsun avukatın.

Allah’ını seven, hukuk’a dair inanç ve umut besleyen, defansa gelsin. Savunma’yı çok daha önde, cezaevlerinin değil iddianamelerin önünde kuracağımız günlere erişmek dileğiyle…

Cezaevi koridorlarında geri dönüşüm kutuları var. Çocuk 7 yaşından küçükmüş.  Sormuş:

-Ben bu kutunun içine girsem dönüşür müyüm sence?

-Neye dönüşmek istiyorsun?

-At olsam, hızla koşsam uzaklara…

Gezi Davası’nda İlk Perde

Gezi Davası’nda karar dün açıklandı.

1637 günlük tutukluluğun ardından Osman Kavala hakkında “hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs” suçlamasıyla ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verildi. Tutuksuz sanıklar Mücella Yapıcı, Çiğdem Mater, Hakan Altınay, Mine Özerden, Can Atalay, Tayfun Kahraman, Yiğit Ali Ekmekçi’ye 18’er yıl hapis cezası verildi ve tutuklanmalarına karar verildi.

Tiyatroda ilk perde kapandı. Sanıklar, adil yargılanma ve adalet talep etse de müsamere tadında bir kukla tiyatrosu izlediler. Hep birlikte izledik. İşgalcilerin, işgal ettikleri ülkede kurdukları mahkemede yerlileri yargılamalarını hatırlatan bir süreç yaşandı. Orta doğudayız, yabancısı olduğumuz şeyler değil!

Gezi, yargılanamazdı, yargılanamadı da. O yüzden, yaşananlar yasa dışı ve gayri meşru. Yüzlerine gözlerine bulaştırdılar. 

Olayın Adalet Sarayı’nda, bir mahkeme salonunda, hakimler ve savcı huzurunda cereyan etmesi, hukuka uygun sayılması için yeterli mi? Elbette ki hayır. 

Karar fena halde yassı ada kokuyor! Neyse ki idam kaldırıldı. Yoksa Osman Kavala’yı asacaklardı.

Milyonlarca insanın katıldığı şiddet içermeyen barışçıl protestolara ceza kesilmiş oldu. İntikam ve ibret olsun diye

Gazeteci Banu Güven’in aktardığına göre, 2018’de Samsun’dan AKP’den milletvekili aday adayı olmuş bir avukat 4 yıldan kısa bir süre içinde ağır ceza mahkemesi hakimi olup bu yasa dışı karara imza atmış. (Derhal istifa etsin! Adalet Bakanı olmak için fazla vakti kalmadı.)

Türkiye’de siyasi davalarda normal hukuk değil düşman ceza hukuku uygulanır. İstiklal Mahkemeleri’nden bu yana, bu böyle. Önce biri veya birileri öcü ve suçlu ilan edilir. Ardından onu mahkum edecek deliller icat edilir. Delil yoksa, dert değil, derhal üretilir. (Fetöcüler bu işin atölyesini kurmuşlardı!) Üretmek de mümkün değilse, sıkıntı yok, vatandaşlar delilsiz de mahkum edilir!

Sanıklar son sözlerini söylerken sağa sola, önlerine, cep telefonlarına bakan hakimlere, “ben konuşurken gözümün içine bakın, yüzüme bakın” diye uyarıda bulunmuşlar. Normal bir yargılama ya da sadece bir yargılama yapılıyor olsa ortalama bir hakimde, birazdan cezaevine yollayacağı sanığın yüzüne bakacak yüz, gözüne bakacak göz olur.

Dedik ya, sanıklar insan veya vatandaş değil imha edilmesi gerekli düşmanlar. Amaç gerçeği ortaya çıkarmak, Anayasaya uygun davranmak, hukuku tesis etmek değil, ne pahasına olursa olsun intikam almak.

Gezi Davası’nda emir komuta zinciri içinde kurulan bir “mahkeme”den siparişle alınan rezil bir kararla kapandı ilk perde. Perde yeniden açılana kadar atı alan Üsküdar’ı geçer mi bilinmez. Yoksa Meksika Sınırı mı?

Nasıl ki savaş ve sınır dışı operasyonlar, siyasi ranta tebdil edilmek için harika araçlardır, yargı kararları da öyle; hamasi ve şovenist söylemlerle oy devşirmeye yarar.

Hukukun dışındaki karanlıkta çıkarlarınız için sonuna kadar tepinin! Allah görmüyor, tarih şahit değil, devlette kayıt kuyut yok ve bu devran hep böyle sürüp gidecek!