Karar

Karar Gazetesi’nin internet sayfasında Yıldıray Oğur’un bugünkü yazısını okurken şu tespit cümlesi aklımda kalmıştı.

“Fikri tartışmaların her an karakolda, savcı karşısında bittiği, medyada çok sesliliğin azaldığı, sivil toplumun kriminalize olduğu, sokaklarda basın açıklaması yapmanın bile bir valinin iki dudağının arasına baktığı bir ortamda, 29 Ekimler ve 10 Kasımlar meşru ve risksiz bir muhalif boy gösterme fırsatına dönüşüyor.”

Derken ana sayfaya döndüğümde manşette henüz yayına girmiş bir duyuru dikkatimi çekti: “Kamuoyuna ve okurlarımıza zaruri bir açıklama”

Karar Gazetesi “yayın hayatına başladığı 7 Mart 2016 tarihinden bu yana yoğun, sistematik ve arkası kesilmeyen çeşitli baskılarla karşı karşıya” bulunduğunu duyuruyordu.

Bu baskılar ne yenidir, ne de yerlidir. İnsanlık var olduğundan bu yana var olan tahammülsüzlüğün, zorbalığın en bariz göstergesidir.

İktidar sahipleri basından sadece şakşak ve pohpoh bekliyorlar. Hataların, eksiklerin gösterilip eleştirilmesini ihanet olarak görüyorlar. Haklılığı, ahlaki üstünlüğü ve cesareti yitirenlerin başvuracağı bir yöntemdir bu. Kaba bir zulümdür.

İfade özgürlüğüne saygısı olmayanlar, insan olma ve insan kalma hakkımıza saldırıyorlar. İşi bu noktaya vardıranlar yarın amaca giden her yolu –ama her yolu- mübah görürler. Bu kafa yapısından daha büyük bir tehlike var mı bizi bekleyen?

Hakkı söyleme hakkının linç edildiği bir ortamdayız. Hakkı söyleyenlerin dokuz köyden kovulmakta kalmadığı, ötekileştirilip savcıların, polislerin, “media” paçavralarının önüne “suçlu” diye “hain” diye, “terörist” diye atıldığı bir “karartma” çağındayız.

İlkelerin gömüldüğü, iliklere işlemiş menfaatlerin ekranlardan irin gibi aktığı, aklın devre dışı bırakıldığı, bütün “media”larıyla saldıran “büyücü” güçlerin gözleri boyadığı bir çağdayız. Büyüklüğüyle övünülen Çağlayan Adliyesi ve Silivri Cezaevi bu çağın şahitleridir.

Olan biteni şöyle görüyorum:

Bir grup (azınlık) “iyiliği tavsiye etmek, kötülükten sakındırmak” farzını ifa edip toplumu ve yöneticileri uyarıyor. Küçük bir grup (iktidar sahipleri ve “nedime”leri) ibadet sayılacak bu çabayı susturmak, mümkünse bir kaşık suda boğmak istiyor. Toplumun büyük bir kısmı ise bu zulmü seyrediyor. Seyrediyor zira zulmü göremeyecek bir halde.

Müslümanın Müslümana yaptığı bu.  

İktidar sahipleri İslam’ı, Kur’an’ı, Allah’ı dillerinden düşürmüyorlar.  Peki, Karar Gazetesi’nde kimler ne için yazıyor çiziyor? Hakan Albayrak, Yıldız Ramazanoğlu, Yıldıray Oğur, Mustafa Öztürk, Yusuf Ziya Cömert, İbrahim Kiras, Elif Çakır, Ahmet Taşgetiren gibi isimler ne yapıyorlar? Neyi amaçlıyorlar?

Allah’tan korkmak aşaması da kuldan utanmak aşaması da çoktan geride bırakılmış. Beni endişelendiren de bu.

Lakin cesaret etmek zorundayız. Tek başına da kalsa Müslüman, hakkı söylemek zorundadır.

Taşlanmak mı!? Olsun. Taşlanmak da sünnettir.

Taif’ten geçmedi mi o Sevgili Peygamber?

Sünnetleri biraz da böyle ihya edelim derim.

Ramazan Günlüğü 21

Ramazan’ın buluşma noktası iftar’da yıl içinde bir araya gelemeyen pek çok insan irtibat sağlıyor, hasbihal ediyor, hasret gideriyor, anıları yad ediyor, geçmişle birlikte geleceğe bakıyor, arkadaşlığa, dostluğa, kardeşliğe “kaldığı” yerden devam ediyor.

Sade, mütevazı, israfa geçit vermeyen geniş katılımlı İftar sofralarının bereketi fazla oluyor.

Cemil Öğmen’in davetlisi olarak böyle bir sofrada bir araya geldik.

Gecesinde Gökhan Türkoğlu ile Saraçhane Parkı’na uğradık.

İnsan ve Medeniyet Hareketi’nin gençlik birimi Genç Hareket’in düzenlediği 7 gün 7 saat, iftar’dan sahura dek devam eden “programa” katıldık.

Allah razı olsun, iyi bir organizasyon, ferahlatıcı, diriltici bir ortam hazırlamışlar kardeşler.

Gittiğimizde gece namazı kılınıyordu. Uzun uzun, Kur’an okunuyordu. Açık havada, 200-300 insan vardı. Etkileyiciydi.

Ramazan’ı şenlik, festival ve eğlence yönüne değil ibadet, kardeşlik, dayanışma ve Kur’an yönüne çeviren, görmeyi arzuladığımız bir eylem ve etkinlik bütünü.

Ramazan’ı seviyorum. İstanbul’da her yeni Ramazan öncekine göre daha iyi, daha güzel geliyor bana. Nerde o yeni Ramazanlar diyorum!

Müslüman olmanın, daha iyi Müslüman olma gayretinin, içinde bulunduğumuz dayanışma hattının, sonu olmayan bir “kavga”ya katılmış olmanın, farklı ve değerli insanlarla bir arada olmanın, evli olmanın, kapitalizmin nefes alamadığı bir iş ortamında bulunmanın, aldığımız duaların (duamız olmasa kıymetimiz yok zaten!) karşılığı olarak maddi ve manevi genişleyen bir çevrede, vefa üzerine yükselen, daha iyi ve güzel gelen Ramazanlar…

Sema Kartal Anadolu İmam Hatip Lisesi’nin iftarındaydı. Kartallı olmanın ayrıcalığını yaşayan 1.800 kişi ile birlikte. Anlatıyor.

–      Hanım, ben de Kartallıyım sonuçta, bu havan kime!

–      Yaa, kaç mezunusun!?

–      Ne mezunu! Kartallı her daim Kartallıdır, mezun olmaz!

–      …?…

–      Beşiktaş’sın sen, bizim canımız /siyahla beyaz akar kanımız / seviyoruz seni canı gönülden…

Beşiktaşlı değilim, yozlaşmamış her Trabzonlu gibi Trabzonspor’u tutuyorum! –tuttuğum kadar-

Kartal İmam Hatipli olmak isterdim ama. (Trabzon’da yaşıyorken nasip olmadı doğal olarak)

Küçük bir yerde, düşündüğü vakitler küçük düşünen! fazlasıyla memur öğretmenlerin kadroda geniş bir yer işgal ettiği, ilk yılları “yapım aşamasında” geçen Akçaabat Anadolu Lisesi’nden mezun oldum.

İnsanın edebiyata olan mevcut ilgisini de törpüleyecek denli kötü bir edebiyat öğretmeni.

(Sadece kayalar mı yosun tutar!)

İnsanın tarihe merakı olsun, bu merakı mezun olmadan tarih olur, öyle bir öğretmenle…

(Sadece kayalar mı yosun tutar!)

7 yılı bu adamlarla geçirdik.

“Her yıla bir çocuk” dünyaya getiren ve rapor alıp gittiğinde dersleri 4-5 ay boş geçen bir matematik hocamız da vardı. Bana “Başaran” diye seslenen ilk ve tek kişiydi. Başka kimse buna gerek duymamıştı. Gerek de yoktu zaten, pek bir şey başardığımız yoktu!

Müdürümüz iyiydi ama, idealistti, bir ruh verirdi, diri tutardı insanı. Onun gibi birkaç farklı ve az çok ruh üfleyebilecek hoca, hepsi bu.

Bir felsefe hocası gelmişti, kısa süre kaldı ama efsane olmayı başardı okulda. Gençti, sıra dışı idi. Ona olan saygımız korkudan değil derin bir sevgiden ileri geliyordu.

Hintli Yönetmen Aamir Khan’ın filmlerindeki gibi sıra dışı, her öğrenciyi özel kılan, keşfeden, ortaya çıkaran, yola çıkaran bir hoca!

24-25 yaşlarındaydı. Bir yıldan fazla da kalmadı, kalamadı sanıyorum. Ama efsane olduğunu söylüyorsam, bana inanın.

(bana inanmayan biri olamaz ya okurlar arasında. 38 kişiyiz şunun şurasında. Popüler olmayalım. Biz bize takılalım. Takipçisi ile övünen tweetçiler gibi olmayalım. Allah korusun, biri tekasür suresi’ni okur sonra yüzümüze!)

Bir lise öğrencisi, hocasının hediye ettiği “Blaise Pascal- Düşünceler” kitabını okuyorsa, aşağıdakilerden başka hiçbir şeyin önemli olmadığı, varsa yoksa dıgıdık dıgıdık dıgıdık koşulduğu öss mazelim mevsiminde, orada başka şeyler oluyor, tohumlar ekiliyor demektir.

Ya da Karamazov Kardeşler’i mutlaka okumalıyım diyorsa bir öğrenci.

Hocanın adını hatırlamıyorum.

Sonra nereye gitti, şimdi nerededir bilmiyorum.

Böyledir ama..

Adsız kahramanlar serpilmiştir hayata.

Her şey bir insana bakıyor!

Her şey bir rüzgara bakıyor.

“Her şey bir rüzgâra bakıyor abi 
Bakma esrar çekip mayıştıklarına 
Bir gün var ya bu Mağribli çocuklar 
Bir gün yakacaklar Paris’i”

(Hakan Albayrak)