En güzel Ramazan’ım ve ilk Ramazan Günlüğü’m sona eriyor.
Rengini hüzün ve sevinçten alan dingin bir sona erme, son’da erime hali.
İki değerli paylaşım var bugün heybemde.
İçinde bulunduğumuz okuma ve yazma gündemine ilişkin. Durduğumuz yere ilişkin. İlkelere ilişkin.
Hak ve Batıl mücadelesinde durduğumuz yere ilişkin.
İbrahim Sediyani’nin ufkumuz.com’da 6 Ağustos tarihli yazısından altı çizili satırlar:
“Ne Hükûmet’in her yaptığına destek veren davranış biçiminden, ne de Hükûmet’in her yaptığına muhalefet eden davranış biçiminden ülkeye ve topluma fayda gelir. Çünkü bu ‘kutuplaşma’ ortamında ortaya konan tavırlarla Hükûmet, ‘neyin doğru neyin yanlış olduğunu’ öğrenemez, ancak ‘kimin dost kimin düşman olduğunu’ öğrenebilir.”
“Hiçbir devletin, partinin, örgütün veya camiânın dünyevî hesapları, bizim âhirette vereceğimiz hesaptan daha önemli olmamalıdır, bizler için.”
“Amacımız ‘muhalif’ ya da ‘taraftar’ olmak değil, ‘erdemli’ olmak olmalıdır. Çünkü dört kutsal kitabın da bize emrettiği budur.”
“Partilerin, örgütlerin, camiâların ve insanların ‘günahlarına’ değil, ‘sevaplarına’ ortak olmayı tercih etmeliyiz.”
“İnsanlar bizi olumlu tanımalı, bizi sevmeli ve sahiplenmeli, bize güvenmeli, itibar etmeli, kalemimize itimat etmelidirler. Savunduğumuzda, bizden ‘yandaş’ çıkmayacağını bilmeliler. Eleştirdiğimizde de ‘düşman’ olmadığımızı…”
“Erdemli olmak, tek gayemiz olmalıdır. Faile değil fiile bakarak tavır belirlemeliyiz.”
“Coğrafyadan coğrafyaya değişen, ırktan ırka değişen, mezhepten mezhebe değişen, partiden partiye değişen ‘ahlâkî ilkeler’in, sadece bir tek adı vardır: ‘Ahlâksızlık’!”
“Sadece kendin için ve kendinden olanlar için istediğin hiçbir hak, sana helâl değildir.”
“Başkasının üstündeki çamurla, kendi elbiseni temizleyemezsin.”
“Önemli olan, yazdığımız yazıları kaç kişinin okuduğu değil, yazılarımızda hakkı mı yoksa bâtılı mı dillendirdiğimizdir. Önemli olan, ne kadar yüksek tirajlı bir gazetede yazdığımız değil, kendi duruşumuzun doğru olup olmadığıdır.”
“Bir camiâda eğer herkes aynı düşünüyorsa, orda hiç kimse düşünmüyor demektir.”
“İktidarın her yaptığını destekleyen yazarlar da, iktidarın her yaptığına muhalefet eden yazarlar da, toplumun ‘aydınları’ değil ‘karanlıkları’dır.”
Hilal Kaplan Yeni Şafak’ta 7 Ağustos tarihli “Asmıyoruz da Besliyoruz” adlı yazısı gözleri kapatılmış, görme yetileri ciddi biçimde zarar görmüş Müslümanlara bir, hiç değilse bir nebze şifa olur diye dua ediyorum.
Müslümanlar Allah’ı -ve Devleti- lâyıkıyla takdir edebilsin diye dua ediyorum!
Müslümanlar Allah’ı -ve Devleti- lâyıkıyla takdir edebilsin diye dua ediyorum!
Müslümanlar Allah’ı -ve Devleti- lâyıkıyla takdir edebilsin diye dua ediyorum!
Lâyıkıyla takdir edelim (bakınız: Kur’an, Zumer 67. Ayet ve ilgili pasaj)
Ve hep birlikte dua edelim..
“Bir açıdan cumhuriyet tarihi, sömürenin de sömürülenin de yerli olduğu bir sömürgeleştirme tarihidir.
Sömürüden kasıt, klasik sömürgeleştirme örneklerinde öne çıkan iktisadi veçheden ziyade kültürel, içtimai ve siyasal olanı kapsayan bir sömürgeleştirmedir.
Yabancı sömürgeciler, Ortadoğu’dan çekilirken genelde askerî kadro ve yönetimlerle işbirliğine gitmişlerdir. Onlar da yapılandırdıkları sistemlerle, kurdukları kadrolarla ve toplumsal-siyasal alanda icra ettikleri politikalarla ülke üzerinde aynı yabancı bir sömürge yönetiminin yapacağı şekilde hüküm sürmüşlerdir.
Türkiye’den Mısır’a, Tunus’tan Cezayir’e, Libya’dan Suriye’ye kadar pek çok İslâm ülkesinin tarihinde eli silahlıların siyasetteki tahakkümü bir tesadüf müdür?
Ya 1960’dan bu yana, millete her söz hakkı tanındığında kafasının ezilmesi bir tesadüf müdür?
Ya da darbe tehdidinin diriliğini tekrar hatırlatan Gezi sürecinden bu yana çok net gördüğümüz gibi, Batılı nerdeyse tüm devlet yetkililerinin ağız birliği etmişçesine aynı ‘operasyonel’ cümleleri kurmaları ve ısrarla darbeye darbe, katliama katliam diyememeleri tesadüf müdür?
5 Ağustos 2013 üzerine çok şey yazılacak.
Ancak unutmamak gerekir ki bu tarih, aynı zamanda bu ülkenin ‘kendi kendini sömürgeleştirmesi’ noktasında da sona yaklaşıldığının işaretidir.
***
Davayı tanımıyorlarmış. Doğrudur, tanımazlar.
Onlar, Ali Şükrü Bey’i, yani tarihimizdeki ilk siyasî cinayetin mağdurunu da tanımazlar. ‘Mustafa Kemâl’e muhalifmiş’ der geçerler.
İstiklâl Mahkemeleri’ni de tanımazlar, ‘devrimin gereği’ diye savunurlar.
Dersim Katliamı’nı da tanımazlar, ‘o zamanın şartları’ derler.
6-7 Eylül’ü tanımaz, ‘muhteşem örgütlenme’ diye anarlar.
1960 darbesini de tanımazlar, ihtilal diye överler.
1971 muhtırasını da tanımazlar, o gençleri idam eden düzeni sorgulamazlar.
1980 darbesini de tanımazlar; sabık generalin yargılanmasına referandumda ‘hayır’ deyip, şimdi de yargılanma koşulunu beğenmezler.
28 Şubat’ı zaten bilmez, mağdur edebiyatı sanırlar.
‘Mirzabeyoğlu niye hapiste?’ diye soranları duymazlar.
Bu zulümlerin hepsini ‘tanıyan’ birisi olarak, yargılananların nihayet hukuku tanımış olmalarına sevindim.
Çünkü artık Başbakan ve bakanlar asan, solcu-sağcı ayırt etmeksizin masum gençleri idama yollayan, Kürtçeyi yasaklayan, binlerce cinayet işleyen, bedenleri asit kuyularına atan, akıl almaz işkenceler eden, başörtülü kadınlara var olma hakkı tanımayan, gayrimüslimleri hedef tahtasına oturtan, aydınların hayatına kast eden, halkına karşı kanlı ve hastalıklı planlar yapan, hukuk tanımaz bu gelenek miadını doldurmuştur.
Türkiye’nin ‘kendisi gibi olması’nın önündeki en büyük engel olan darbecilik, artık sadece vicdanlarda değil, hukuk önünde de mahkûm edilmiş bir suçtur.
***
Davadan, sadece görevi kötüye kullandığı kanıtlanabilen İlker Başbuğ’a müebbet, Mehmet Haberal’a ise tahliye kararı çıkması gibi adalet terazisine sığdırması zor kararlar çıkmış olabilir. Bunların temyiz sürecinde düzeltilmesini temenni ederiz. Ancak büyük resmin gözden kaçmaması şartıyla…
Bu gibi cezaların gereklilik koşulunu ortadan kaldıracak, darbe tehdidinden uzaklaşmış bir ülke olmak niyazıyla, darısı başta Mısır olmak üzere, darbe belasına düçar olmuş tüm ülkelere…
Memleketimize hayırlı olsun.”