Hukukun Yaygınlaştırılması Ameliyesi

Hukukçu kimliğiyle tanınan Muharrem Balcı’nın kırk yılı aşkın birikiminin hasadı niteliğindeki kitabının adında “yaygınlaştırmak” kelimesi yer alıyor. Bu bir fiil. Yaygın duruma getirmek ameline işaret ediyor.

Balcı’nın, hukukun yaygınlaştırılması idealinin şahidi binlere varan talebesinden biriyim. 2008 yılından bu yana derslerinde, yanında yöresinde bulunan bir süreç işçisi olarak altı çizilesi gayretin ülke sathına, hatta dünyanın değişik coğrafyalarına dağıldığını bilenlerdenim.

Trabzon Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencileriyle bu kitabı tahlil ettik. “Hak-Adalet-Özgürlük-Meşruiyet/Kavramsal Analiz” başlıklı ilk bölümü bir arkadaşa, “Hukuk Mantığı” başlıklı ikinci bölümü başka bir arkadaşa, “Her Türlü Son İçin Gerekli Hukuk Formasyonu” başlıklı üçüncü bölümü de yine başka bir arkadaşa tevdi ettim. Sunumlarla birlikte 2 saatlik verimli bir ders oldu.

Sunum yapan arkadaşlardan biri, kitabı bir kez daha ele almamız gerektiğini, üzerine daha çok konuşulması gerektiğini dile getirdi. Bu talebin grup içinde destek bulmasının ardından bir kez daha buluştuk. Sunum yapan diğer arkadaştan şöyle bir itiraf geldi: ben ilk okuduğumda kitabın önemini kavrayamamıştım, iyi ki bir kez daha okudum, ele aldık kitabı.

Bu geri bilirimlerin arkasında yatan “sarsıntı” üzerine birkaç cümle kurmayı anlamlı buluyorum. Öğrencilerin karşılaştığı bu kitap, fakültelerde okutulan hukuk kitaplarından farklı. Bahsini ettiğimiz, teoriden müteşekkil bir kitap değil. Sahada verilmiş kırk yıllık bir mücadele ile ortaya konulmuş, sivil toplum içinde olgunlaşmış, kadim ve evrensel bir dert ve davanın müziğini içeren, nevi şahsına münhasır bir yekûn.

Hem pozitif hukuk hem de islam hukuku bakış açısını mukayese ede ede idraklere sunuyor. Net biçimde tavır almaya, harekete geçmeye davet eden bir mahiyet arz ediyor. Sözünü sakınmayan, gümrah bir ekolden geliyor.

Bir dava vardır, bunu, ‘dediğini yap yaptığını yapma’ tarzı, dini sadece akademik bir araştırma ürünü olarak masaya yatıran ilahiyatçı hoca gibi birisidir dile getiren, neye yarar, tesirsizdir. Ancak kalpten gelen, bedeli ödenen sözler muhatabında karşılık ve giderek hayat bulur. Ali Şeriati söyleyince karşılık bulur, Aliya İzzetbegoviç söylerse karşılık bulur…

Nitekim, kendi tarihe tanıklığı niteliğindeki kitabına Balcı, Aliya’nın Tarihe Tanıklığım adlı kitabından alınmış şu sözlerler başlamayı uygun görmüş. (Nasıl bir kitapla karşı karşıya olduğumuzun fragmanını izlemek için Bosna topraklarına uzanıyoruz. Bir epigraftan fazlasıdır bu, okur için. İlk sayfada atına atlayıp okurunun aklını kolaçan etmek bana devrimci bir eylem gibi geliyor. Hiç değilse şairane.)

“Kurucular Kurulu’ndaki konuşmama BİSMİLLAH diyerek başladım. Bunu iki nedenle yaptım: Öncelikle, çok samimi bir biçimde Her Şeye Kadir Olan’a, bize yardım etmesi için dua ediyordum; ikinci olarak da o, dîni özgürlüğün bir simgesi ve rejime itaatsizliğin açık bir işaretiydi.”

Balcı’nın eserinin, iman-amel, teori-pratik birlikteliğinin ürünü diriltici bir ruha sahip olmasının ötesinde fark yaratan, ayırt edici yönleri var bana kalırsa. En dikkatimi çeken başlık: Hukuk Mantığı. Bu başlık içinde, bilhassa sağlıklı bir hukuk mantığının oluşması önündeki engelleri 5 maddede sıralayıp izah etmesi geliyor ki, okuru silkeleyip atan bir bölüm. 

Ne yazık ki ülkedeki yığınla “hukukçu”da, avukatta sağlıklı bir hukuk mantığının oluşmadığını üzülerek gözlemlemiş bulunuyoruz. Karanlık bir OHAL sürecini geride bırakmış, etkilerini uzun yıllar daha yaşayacakken, KHK rejimini eliyle, diliyle mahkûm edememiş bir avukatlar ordusuna mensubuz. Daha da acısı, hiç değilse kalbiyle buğz etmiş kesimin bile yeterli çoğunluğa erişememiş olması.

‘Bir AİHM Yargıcının Not Defteri’ adlı kitabı üzerine gazeteci Günsu Durak’la söyleşen eski Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yargıcı Rıza Türmen, içinden geçtiğimiz süreçle ilgili şu tespitlerde bulunuyor:

“AİHM’in Türkiye’de yaşayan insanlar için önemi diğer ülkelerde yaşayan insanlardan daha fazla. Türkiye çok karanlık bir dönemden geçiyor. Hukuk devletinin ortadan kaldırıldığı, insan hakları ihlallerinin kitlesel bir nitelik kazandığı, insanların hukuktan ve Türkiye’deki yargı mekanizmalarından umudu kestiği bir dönemden geçiyoruz. Bir hukuksuzluk döneminden geçiyoruz.”

Muharrem Balcı’nın, üzerinde “1” yazdığına göre, en azından ikincisi de yolda olan kitabı, böylesi kesif bir hukuksuzluk döneminde yakılmış özgün bir ikaz ışığı olarak okunmayı hak ediyor. Kitap, geriden gelenlere miras niteliğinde tavsiyeler içeren “Hukukçu Kardeşlerime Hatırlatmalar” bölümüyle, “ne yapmalı” sorusuna cevapla son buluyor. Ne var ki kitabın arka kapağını bir kapıyı çeker gibi sessizce kapatıp, çekip gidemiyorsunuz. Hayattasınız ve mağdur veya müşteki değilseniz bile tanıksınız!

Türkiye’nin Meşhur Rehineleri

Türk Dil Kurumu Sözlüğü “rehine” kelimesini şu cümleyle açıklıyor:  

“Bir anlaşma, sözleşme veya isteğin yerine getirilmesini sağlamak için güvence olarak ele geçirilen kimse.”  

İçinden geçtiğimiz süreçte Türkiye’yi yöneten (başını AKP, MHP ve ulusalcı “grupların” liderlerinin çektiği, derinlere uzanan) koalisyon pek çok sembol ismi rehine olarak “ele geçirdi” ve itibarı yerlerde sürünen Türk Mahkemelerinde sözde bir yargılama seansından sonra hapsetti.  

Türkiye’de istisnasız her kesimin üzerinde ittifak ettiği nadir konulardan biri, belki de birincisi, bu ülkede Yargı’nın olmadığı, Yargı diye bilinen gücün (mekanizmanın) iktidar değişimiyle birlikte derhal farklı odakların emrine girdiğidir. Parayı verenin düdüğü çalması gibi, gücü eline geçiren yargıyı da eline alır ve maşa olarak kullanır. Bir Türkiye klasiğidir.  

Hal böyle olunca, rehinelerimiz Hukuk yüzü görmezler. Yalnızca görüntüyü kurtarmak adına, kurmacaya uygun olarak Mahkeme salonuna alınır, hakim karşısına çıkartılırlar. Kararlar gizli toplantılarda alınır, hakim ve savcılara dikte edilir. Onlar da mesleki “beceri”lerini kullanarak gerekçe uydurur, kılıf bulurlar.  

Hatırlarsınız, Brunson (soy)adında bir rahip vardı. Casusluk suçlamasıyla rehin alındı, uyduruk iddialarla yargılandı, Amerika ile pazarlık konusu yapıldı, 21 ay tutuklu kaldıktan sonra kendisini rehin alanlardan yakasını kurtarıp 13 Ekim 2018 tarihinde ülkesi ABD’ye döndü.  

Bu, hakka-hukuka tecavüzden müteşekkil “rehine” operasyonunun Türkiye’ye maliyetini hesap ettik mi? Adam, dinini yaymaya çalışmaktan başka bir iş yapmamış suçsuz bir hristiyandı sadece.

Kendisi haklı olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne müracaat etti. Türkiye’yi on binlerce Euro tazminata mahkum etmesi yakındır. Haber, iktidarın işine gelmeyeceği için büyük çoğunluk tarafından duyulmayacaktır.  

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, Brunson kadar olmasa da meşhur bir diğer rehinemiz Deniz Yücel davasında Türkiye’yi mahkum ettiğini duymuş muydunuz?

Deniz Yücel de kim mi? Alman Die Welt Gazetesi’nin Türkiye muhabiri. 27 Şubat 2017’de “terör örgütü propagandası yapmak” ve “halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik” iddialarıyla (iftiralarıyla) tutuklanmıştı. Bir yıl tutuklu kaldıktan sonra özgürlüğüne kavuşmuş ve ülkesi Almanya’ya dönmüştü.  

Deniz Yücel, hakkını aramak için AİHM’e başvurdu ve Mahkeme Türkiye’yi, insan haklarını ihlal ettiği gerekçesiyle, defalarca kez olduğu gibi, yine mahkum etti. Türkiye Sözleşme’yi ihlal eder, AİHM Türkiye’yi mahkûm eder, sünnettir!

Bu rehine operayonunun neticesi Türkiye Yücel’e 12.300 Euro tazminat, Mahkeme’ye de 1000 Euro masraf ödemek zorunda kaldı. Bu paraları “hukuka aykırı” operasyon çekenler değil yoksul halkımız ödüyor elbette.  

Deniz Yücel serbest kalınca Almanya Şansölyesi Angela Merkel şu açıklamayı yapmıştı:  

“Ben de birçokları gibi Deniz Yücel’in cezaevinden çıkmasına çok sevindim. Biliyorsunuz şu anda Türkiye’deki hapishanelerde benzer vakalardan dolayı tutuklu bulunan çok sayıda kişi bulunuyor. Umarım bu insanların yasal süreçleri de hukuk çerçevesi içerisinde bir an önce sonlanır.”

Meşhur rehinelerimiz Rahip Brunson ve Deniz Yücel’den sonra “yerli ve milli” rehinelerimize geçebiliriz! İlk akla gelen isim Osman Kavala. Kendisi dahil kimsenin, neden hapiste olduğunu bilmediği Kavala 5 yıldır tutuklu.  

Türkiye’de adı sanı bilinmeyen sayısız rehine vardır, biz bu yazıda kıdem sahibi ve meşhur olanları anıyoruz! Çok azını tanıyorum, tanıdıklarım arasında iddianamesini okumadıklarım, dosyasına dair bilgi sahibi olmadıklarım da var. Ama biliyorum var, bu ülkenin zindanlarında çok ama çok fazla rehine var.  

Son tutukluluğunu bilmiyorum ama ziyaret ettiğim, hakkında yazılar yazdığım dosyalarda Alparslan Kuytul iftiralarla hapse atılmış bir rehineydi. Uzun süre tutuklu kaldı, sonra serbest bırakıldı, sonra bambaşka bir gerekçeyle yeniden tutuklandı.  

Yine, “kan gövdeyi götürürken” adlı yazıda bahsettiğim isim Halis Bayancuk ve yakın zamanda zindana atılan Şebnem Korur Fincancı da bu iktidarın, yargının elinde rehinedir. Uyduruk Gezi Davası‘nın tutsakları hakeza…

En başta, başkanları Av. Selçuk Kozağaçlı olmak üzere Çağdaş Hukukçular Derneği üyesi 20 avukat da aynı kaderi paylaşıyorlar ne yazık ki.  

ÇHD’nin twitter hesabından dün davaya ilişkin şu açıklama yapıldı: “Cemaatçi firari savcı ve hükümlü polislerin sahte delilleriyle, itirafçı gizli tanıklarıyla ördükleri dosyada Genel Başkanımız ve üyelerimiz hakkında toplam 146 yıla varan ceza verildi.”

10 yıl önce iddianame hazırlanırken soruşturma savcısının sözüm ona dinlediği 14 gizli tanıktan hiçbiri mahkemeye çıkartılmamış. Kozağaçlı’ya göre bu durumun izahı şu: “Bu insanlar gerçek kişi değiller!” Gerçek olmayan “gizli” tanıkların beyanlarıyla insanları mahkum eden bir yargıdan bahsediyoruz. Yazıklar olsun.  

Osman Kavala’yı Silivri’de 4-5 kez ziyaret etmiş, en son geçen yıl, hakkında bir yazı kaleme almıştım.  

Kavala, tutuklulukta 5. yılını doldurduğu 1 Kasım 2022’de kısa bir açıklama yayımladı. İbretlik bir yakın tarih dersi. Açıklamaya bakıyorum ve son 10 yılda bu ülkenin nasıl çürüyüp çöktüğünü görüyorum.

“Hakkımda hazırlanmış olan iddianamelerden anlaşılacağı gibi, suç sayılan bir faaliyette bulunduğumu gösteren herhangi bir delil bulunmuş değil. İlk Gezi davasındaki beraat kararıyla, iki AİHM kararıyla ve AYM Başkanı ve üyelerinin karşı oy yazılarıyla da ortaya konmuş olan bu yalın gerçeğe rağmen, Silivri cezaevinde beşinci yılımı doldurdum.

Hukuksuzluğa, ayrımcılığa, gaddarca davranışa maruz kalanın sadece kendim olmadığını aklımdan çıkarmıyorum. Cezaevindekilerin hikâyelerini dinlemek, koridorlarda 80 yaşını aşmış insanları görmek zaten bu gerçeği sürekli hatırlatıyor.

Yurttaşların keyfi biçimde cezaevine sokulmaları ile iş cinayetleri, maden faciaları arasında ilişki olduğunu, bunların insan hayatına değer vermeyen bir anlayışın yaygınlaşmasından kaynaklandığını düşünüyorum.

Ülkemizde hukuk normlarının hükümran hale gelmesinin, etik değerleri öne çıkartan bir yenilenmeyi başlatacağına inanıyorum.