Türkiye’nin Meşhur Rehineleri

Türk Dil Kurumu Sözlüğü “rehine” kelimesini şu cümleyle açıklıyor:  

“Bir anlaşma, sözleşme veya isteğin yerine getirilmesini sağlamak için güvence olarak ele geçirilen kimse.”  

İçinden geçtiğimiz süreçte Türkiye’yi yöneten (başını AKP, MHP ve ulusalcı “grupların” liderlerinin çektiği, derinlere uzanan) koalisyon pek çok sembol ismi rehine olarak “ele geçirdi” ve itibarı yerlerde sürünen Türk Mahkemelerinde sözde bir yargılama seansından sonra hapsetti.  

Türkiye’de istisnasız her kesimin üzerinde ittifak ettiği nadir konulardan biri, belki de birincisi, bu ülkede Yargı’nın olmadığı, Yargı diye bilinen gücün (mekanizmanın) iktidar değişimiyle birlikte derhal farklı odakların emrine girdiğidir. Parayı verenin düdüğü çalması gibi, gücü eline geçiren yargıyı da eline alır ve maşa olarak kullanır. Bir Türkiye klasiğidir.  

Hal böyle olunca, rehinelerimiz Hukuk yüzü görmezler. Yalnızca görüntüyü kurtarmak adına, kurmacaya uygun olarak Mahkeme salonuna alınır, hakim karşısına çıkartılırlar. Kararlar gizli toplantılarda alınır, hakim ve savcılara dikte edilir. Onlar da mesleki “beceri”lerini kullanarak gerekçe uydurur, kılıf bulurlar.  

Hatırlarsınız, Brunson (soy)adında bir rahip vardı. Casusluk suçlamasıyla rehin alındı, uyduruk iddialarla yargılandı, Amerika ile pazarlık konusu yapıldı, 21 ay tutuklu kaldıktan sonra kendisini rehin alanlardan yakasını kurtarıp 13 Ekim 2018 tarihinde ülkesi ABD’ye döndü.  

Bu, hakka-hukuka tecavüzden müteşekkil “rehine” operasyonunun Türkiye’ye maliyetini hesap ettik mi? Adam, dinini yaymaya çalışmaktan başka bir iş yapmamış suçsuz bir hristiyandı sadece.

Kendisi haklı olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne müracaat etti. Türkiye’yi on binlerce Euro tazminata mahkum etmesi yakındır. Haber, iktidarın işine gelmeyeceği için büyük çoğunluk tarafından duyulmayacaktır.  

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, Brunson kadar olmasa da meşhur bir diğer rehinemiz Deniz Yücel davasında Türkiye’yi mahkum ettiğini duymuş muydunuz?

Deniz Yücel de kim mi? Alman Die Welt Gazetesi’nin Türkiye muhabiri. 27 Şubat 2017’de “terör örgütü propagandası yapmak” ve “halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik” iddialarıyla (iftiralarıyla) tutuklanmıştı. Bir yıl tutuklu kaldıktan sonra özgürlüğüne kavuşmuş ve ülkesi Almanya’ya dönmüştü.  

Deniz Yücel, hakkını aramak için AİHM’e başvurdu ve Mahkeme Türkiye’yi, insan haklarını ihlal ettiği gerekçesiyle, defalarca kez olduğu gibi, yine mahkum etti. Türkiye Sözleşme’yi ihlal eder, AİHM Türkiye’yi mahkûm eder, sünnettir!

Bu rehine operayonunun neticesi Türkiye Yücel’e 12.300 Euro tazminat, Mahkeme’ye de 1000 Euro masraf ödemek zorunda kaldı. Bu paraları “hukuka aykırı” operasyon çekenler değil yoksul halkımız ödüyor elbette.  

Deniz Yücel serbest kalınca Almanya Şansölyesi Angela Merkel şu açıklamayı yapmıştı:  

“Ben de birçokları gibi Deniz Yücel’in cezaevinden çıkmasına çok sevindim. Biliyorsunuz şu anda Türkiye’deki hapishanelerde benzer vakalardan dolayı tutuklu bulunan çok sayıda kişi bulunuyor. Umarım bu insanların yasal süreçleri de hukuk çerçevesi içerisinde bir an önce sonlanır.”

Meşhur rehinelerimiz Rahip Brunson ve Deniz Yücel’den sonra “yerli ve milli” rehinelerimize geçebiliriz! İlk akla gelen isim Osman Kavala. Kendisi dahil kimsenin, neden hapiste olduğunu bilmediği Kavala 5 yıldır tutuklu.  

Türkiye’de adı sanı bilinmeyen sayısız rehine vardır, biz bu yazıda kıdem sahibi ve meşhur olanları anıyoruz! Çok azını tanıyorum, tanıdıklarım arasında iddianamesini okumadıklarım, dosyasına dair bilgi sahibi olmadıklarım da var. Ama biliyorum var, bu ülkenin zindanlarında çok ama çok fazla rehine var.  

Son tutukluluğunu bilmiyorum ama ziyaret ettiğim, hakkında yazılar yazdığım dosyalarda Alparslan Kuytul iftiralarla hapse atılmış bir rehineydi. Uzun süre tutuklu kaldı, sonra serbest bırakıldı, sonra bambaşka bir gerekçeyle yeniden tutuklandı.  

Yine, “kan gövdeyi götürürken” adlı yazıda bahsettiğim isim Halis Bayancuk ve yakın zamanda zindana atılan Şebnem Korur Fincancı da bu iktidarın, yargının elinde rehinedir. Uyduruk Gezi Davası‘nın tutsakları hakeza…

En başta, başkanları Av. Selçuk Kozağaçlı olmak üzere Çağdaş Hukukçular Derneği üyesi 20 avukat da aynı kaderi paylaşıyorlar ne yazık ki.  

ÇHD’nin twitter hesabından dün davaya ilişkin şu açıklama yapıldı: “Cemaatçi firari savcı ve hükümlü polislerin sahte delilleriyle, itirafçı gizli tanıklarıyla ördükleri dosyada Genel Başkanımız ve üyelerimiz hakkında toplam 146 yıla varan ceza verildi.”

10 yıl önce iddianame hazırlanırken soruşturma savcısının sözüm ona dinlediği 14 gizli tanıktan hiçbiri mahkemeye çıkartılmamış. Kozağaçlı’ya göre bu durumun izahı şu: “Bu insanlar gerçek kişi değiller!” Gerçek olmayan “gizli” tanıkların beyanlarıyla insanları mahkum eden bir yargıdan bahsediyoruz. Yazıklar olsun.  

Osman Kavala’yı Silivri’de 4-5 kez ziyaret etmiş, en son geçen yıl, hakkında bir yazı kaleme almıştım.  

Kavala, tutuklulukta 5. yılını doldurduğu 1 Kasım 2022’de kısa bir açıklama yayımladı. İbretlik bir yakın tarih dersi. Açıklamaya bakıyorum ve son 10 yılda bu ülkenin nasıl çürüyüp çöktüğünü görüyorum.

“Hakkımda hazırlanmış olan iddianamelerden anlaşılacağı gibi, suç sayılan bir faaliyette bulunduğumu gösteren herhangi bir delil bulunmuş değil. İlk Gezi davasındaki beraat kararıyla, iki AİHM kararıyla ve AYM Başkanı ve üyelerinin karşı oy yazılarıyla da ortaya konmuş olan bu yalın gerçeğe rağmen, Silivri cezaevinde beşinci yılımı doldurdum.

Hukuksuzluğa, ayrımcılığa, gaddarca davranışa maruz kalanın sadece kendim olmadığını aklımdan çıkarmıyorum. Cezaevindekilerin hikâyelerini dinlemek, koridorlarda 80 yaşını aşmış insanları görmek zaten bu gerçeği sürekli hatırlatıyor.

Yurttaşların keyfi biçimde cezaevine sokulmaları ile iş cinayetleri, maden faciaları arasında ilişki olduğunu, bunların insan hayatına değer vermeyen bir anlayışın yaygınlaşmasından kaynaklandığını düşünüyorum.

Ülkemizde hukuk normlarının hükümran hale gelmesinin, etik değerleri öne çıkartan bir yenilenmeyi başlatacağına inanıyorum.

Kan Gövdeyi Götürürken

4 Mayıs 2018’de Silivri (9 No’lu) Cezaevi’ne gerçekleştirdiğimiz ziyaretin ardından yayınladığım notların başında şu paragraf yer alıyor:

“Mehmet Altan, Ali Bulaç, Ahmet Turan Alkan, Halis Bayancuk, Selçuk Kozağaçlı ve Ahmet Altan ile görüştük. Osman Kavala’yı da avukatı ile “çok acayip bir hal içinde” gördük.”

Altan kardeşler, Ali Bulaç ve Ahmet Turan Alkan tahliye edildi. Kavala, Kozağaçlı ve Bayancuk’a gün yüzü gösterdilerse de Hukuk yüzü göstermediler.

Cezaevi’nde ziyaret ettiğim isimlerin dosya ve akıbetlerini takip etmeye çalışıyorum, hiç değilse tahliyeye dek. Kavala ve Kozağaçlı‘nın haksız ve hukuksuz tutukluluklarını daha önce gündeme getirmiştim.

Saydığım isimler arasında en “savunmasız”, ötekileştirilmeye, öcüleştirilmeye ve dolayısıyla hak ihlaline uğramaya en müsait olan isim Halis Bayancuk olsa gerek. Düşünceleri, söylemleri sebebiyle.

Sıklıkla altını çizdiğim bir nokta var: En büyük mağduriyetler en ağır biçimde ötekileştirilen gruplar içinde yaşanır. Zalimlerin favori taktiği budur: Önce düşmanlaştırır, yalan dolan ve iftira ile öcüleştirir, sonra kolayca hukuk dışına atılır insanlar!

Kim, IŞİD veya FETÖ gibi “terör”le ilişkilendirilmiş bir insanın hakları için sesini çıkartmaya cüret edebilir ki! Toz duman içinde tıkıldıkları o çuvallara dokunanlar da çuvalı boylayabilirler, bu risk her daim mevcut. Fişlenmekse işten bile değil. Üzerinize yüreğinizden başka muska takmamış olabilirsiniz, ne var ki fişlerden yapılma kolyeniz insanların gözüne alır!

İnsanların hakları için mücadele edecek, hak savunuculuğu ‘sanatı’nı layıkıyla icra edecek olanlar (avukat olmalarına gerek yok) ötekileştirmelerden, önyargılardan, resmi yalan ve iftiralardan (algı operasyonlarıyla) oluşturulmuş yığınakları (barikatları) aşamazlarsa, yalnızca “kendine müslüman” olarak kalırlar. Razı olunan makbul vatandaşlık seviyesinde hayat sürer, düzenin devamına dolaylı da olsa katkı sağlarlar. Şairin dediği gibi, “hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır” kalırlar. Baştan beri bütün yenik düşenlerle aynı kışlakta olduklarını anladıklarında iş işten geçmiş olur.

“düşmanı gösteriyorlar, ona saldırıyoruz
siz gidin artık
düşman dağıldı dedikleri bir anda
anlaşılıyor
baştan beri bütün yenik düşenlerle
aynı kışlaktaymışız”

Avukat Muharrem Balcı’dan biz öğrencileri şunu öğrendik: “Bir insan mazlumun, masumun hakkını savunmak için yola çıktığında tüm insanlık ona borçlanır. Ve Allah insana bundan daha büyük bir onur vermemiştir.”

İnsana ve haklarına bu zaviyeden bakarken zalimlerin önünde düğme iliklemek anlamına gelecek şu minvalde sözlerle başlamak istemem konuşmama, yazıma: “Halis Bayancuk’u hiç sevmem. Hem de hiç sevmem. Benim açımdan üç temel sebebi var bunun.”

Bir hakkı savunmak, ayaklar altında ezilmesin diye kaldırmak için, hakkın o dönemki sahibiyle aynı düşünce veya inanca mensup olmadığını ifade etme zarureti hissetmeyi bir eziklik addediyorum. Ne bu: Bir önşart filan mı? Düşene bir tekme de vurmanın sırası mı? Öyleyse asıl zulmedene de en az o kadar “sallamak” gerekmez mi? Hani, tutarlı olmak adına diyorum… 

Türk Yargısı’nın ağına düşmüş sayısız isimden biri olan Bayancuk (namı diğer Ebu Hanzala) hakkında o tarihte şu kısa notu düşmüşüm:

“11 aydır tutuklu. Hakkında 10 dosya var. Halis Bayancuk çok ağır bir tecrit altında yaşıyor. 24 saati tek başına bir hücrede geçirmek zorunda. Sadece haftanın bir günü bir saat için aynı dosyadan yargılanan bir kişi ile spor salonunda görüşebiliyor. Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası alan herhangi bir suçludan bile daha ağır bir tecrit altında.”

Halis Bayancuk 2008 yılından bu yana hakkında açılan onlarca davadan ötürü 38 yıllık ömrünün şimdiden 9 yıldan fazlasını hapiste tutuklu geçirmiş. İnsanlara adil yargılanma hakkı tanıyın, başka ihsan istemez. 

MAZLUMDER’in raporları arasında kendisine ilişkin de 73 sayfalık bir rapor bulunuyor. 12 arkadaşımın titiz bir çalışma ile ortaya koyduğu raporun sonuç ve değerlendirme kısmından üç paragrafı buraya alıyorum:

“Yapılan araştırma ve incelemelerimiz sonunda başvurucunun yıllardır süren yargılamalar nedeniyle başta kişi güvenliği ve özgürlüğü, fikir ve düşünce hürriyeti olmak üzere adil yargılanma hakkı, savunma hakkı, masumiyet karinesi gibi temel hak ve özgürlüklerinin ihlal edildiği tespit edilmiştir.

MAZLUMDER olarak kişilerin sırf fikir ve düşünceleri nedeniyle yargılanmalarının, ceza ve takibata maruz bırakılmalarının açık bir hak ihlali olduğunu düşünmekteyiz.

Başvurucu özelinde 73 dava dosyaları incelendiğinde, başvurucunun “genel kabul görmüş fikir ve düşüncelere aykırı dini görüş ve kanaatleri” dışında, TCK anlamında suç vasfı taşıyan bir eylemine rastlanılmamıştır.”

Cehalet insana şöyle sözler söyletir, duyanlarınız vardır: “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz, ne olacak, haksız yere yargılanıyorsa beraat eder, çıkar.”

Hindistan’ın bağımsızlık mücadelesinin önemli liderlerinden Mevlana Ebu’l Kelam Azad’ın İngiliz mahkemesinde yargılandığı sırada yaptığı tarihi savunmadaki şu sözler beni çok etkilemişti. Yöneticiler, bilhassa Adalet Bakanı ve yargı mensupları bu sözleri odalarında görünür bir yere assınlar isterim. Zira adalet sarayı veya adliye denilen binalarında bu ülkenin, kan gövdeyi götürüyor!

“Tarih gösteriyor ki mahkeme salonları savaş meydanlarından sonra en müthiş zulümlerin işlendiği sahnelerdir. Harp sahnelerinde nasıl birçok masum kanlar dökülüyorsa mahkemelerde de nice nice masum insanlar idama mahkûm ediliyor, öldürülüyor ve zindanlarda çürütülüyor.”