Devlet Gibi Düşünmeme Üzerine Denemeler

Üç gün önce “Irkçılık Salgını” başlıklı yazıda bahsini ettiğim ailenin dramı bugün bir yerel gazetenin manşetinde. Mültecilik, yerel değil küresel bir gerçeklik. Bir beldede mültecilerle, mülteci olmayanlar arasındaki hukuku belirleyen, “uygulama” veya “mevzuat” denilerek atıf yapılan malzemeler değil insanlığımızdır.

Mahkûm etmeye çalıştığımız uygulama, benzerlerine her zaman her yerde bir şekilde rastlayabileceğimiz bir zulüm. Onu ortadan kaldırmak için bazen bir kişinin ayağa kalkması yeter de artar bile.

Arkadaşım iki gün içinde ilgili her kurumla bizzat görüşmeler gerçekleştirdi. Tek başına, “sade” bir vatandaş olduğu için ciddiye alınmadı. Malum, bizim gibi “geri” ülkelerde sözün gücü değil gücün sözü esastır. Mevkiniz, makamınız, paranız varsa durum değişir.

Hz. Ali’ye atfedilen, “bir zulmü engelleyemiyorsanız, en azından onu herkese duyurun” sözünün gereğini yerine getirmek lazımdı. “Uygulama öyleymiş, yapılacak bir şey yokmuş!” Hülasa, “zulme devam”, dediler.

Konuşacak bir şey kalmayınca basın harekete geçirildi. Haber Trabzon’un beş gazetesine gönderildi. Yalnızca biri ilgilendi. Manşetten verilen haberden sonra, gün içinde TİSKİ’den bir görevli ile muhtar mülteci ailenin evine gitmiş. Ayrıca Göç İdaresi’nden de aramışlar. Bir anda neşet eden bürokratik ilgi alakayla mağduriyet giderilmiş hızlıca.

Sorun basına yansıyana kadar geçen iki günde yürütülen görüşmelerden anladığım kadarıyla Trabzon’da bir sivil toplum kuruluşu yok! Adına STK denen, işin mantığını anlamaktan uzak ya da zaten işin hakkını vermek için değil güç devşirmek veya bir tür tatmin duygusu yaşamak için toplaşmış insanlar var. Hoş, tüm Türkiye’de de tablo bu denli vahim. Binlerce dernek ve vakıf var. Milyon tane başkan, yönetim kurulu üyesi… Meslek odaları, siyasi partiler, sendikalar, vakıf ve dernekler, hep birlikte geniş bir tabela mezarlığı oluşturuyorlar. Görüntü kirliliği ve laf kalabalığı.

Kendini sivil toplum kuruluşu zanneden yapıların en yaygın hataları Devlet’le, Hükümet’le nasıl bir ilişki kuracaklarını bilememeleri. Hükümet dışı, sivil bir organizasyon, iktidarla nasıl bir ilişki kurar, bunu hiç düşünmemiş gibiler.

Gerçek bir STK, iktidarla ast üst ilişkisi içinde değildir. İnsanlığın selameti için zaman ve mekanla kayıtlı olmayan, sıkı sıkıya bağlı kaldığı evrensel üst değerleri, ilkeleri vardır. Egemenlerin uzağında, sağlıklı, mübarek bir mesafede konumlanır. Devletten, devlet anaforundan bağımsız düşünme kabiliyeti edinmiş kafalarla yola çıkmıştır. Yol ve yordamı hukukla çizilmiştir elbette. Bir zulmü ortadan kaldırmayı gündemine aldığında, “uygulama böyle”, “mevzuat bu şekilde” veya “yasa bunu diyor” gibi, statükonun ilk bariyerlerini görür görmez, “buraya kadarmış” diyerek duraksamaz, geri dönmez.

Tebaa zihniyeti ruhlarına işlemiş insanlar sivil toplum çalışması yapıyorum demesinler. O zihniyettekiler, efendilerinden buyruk beklemeye ayarlıdır, alarmın çalmasını, düğmeye basılmasını, linç ordularının sefere çıkmasını, kalabalıklar arasına karışmayı beklerler. Onları yönlendirecek, daha açık konuşmak gerekirse, güdecek siyasetçiden, köşe yazarından, çakma aydından-hacıdan-hocadan geçilmez bu ülkede. Dünya yanarken, onlar devlet sponsorlu cuma hutbeleriyle yetinirler. Dini değil diyaneti rehber edinirler. Neyin ne olduğunu anlamadan, zulmün dümen suyunda, veballer içinde bir tahta parçası gibi akıntıya kapılmış giderler. Kulakları duymaz ki ruhları duysun.

Zulmü görebilmek, koklayabilmek öyle kolay bir iş değildir. Suyu boşuna bulandırmıyorlar. Hakkı batıl ile örtmek, zulmü paketlemek, kamufle etmek ve devranı böyle sürdürmek için var olan koskoca bir endüstri her gün emek ve para harcarken yan gelmiş yatanlar elbette ki “yem” olmaktan kurtulamazlar. “Allah aklını kullanmayanları pisliğe mahkum eder.” (Yunus Suresi 100. Ayet)

Hak mücadelesinin hakkını vermeye niyetliler dilenci gibi el açmaz, lütuf beklemez, minnet eylemez. Hakkın hatırı, hatır gönül ilişkilerine, kişisel ikbal beklentilerine meze edilemeyecek yüceliktedir. Bunun bilincinde olmayanlar sahaya çıkmış bulunsalar da kısa sürede tel tel dökülürler. Çok geçmez, karargah edindikleri yerleri kahvehaneye, emeklilerin takıldığı sıradan bir lokale çevirirler.

Bugün Türkiye’de yüzbinlerce isim, tabela olmakta birlikte ancak iki elin parmaklarını geçmeyecek kadar sivil toplum kuruluşu bulunuyor olması ibretliktir. Dehşet verici bir insan kaynağı israfı söz konusu.

Sistematik zulmü ortadan kaldırmaya mesai harcasa toplumu esenliğe kavuşturup daha güzel bir dünyaya, en azından ülkeye uyanacak insanlar yara sarma hedefine indirgenmiş ve kilitlenmişler. Tüm mesai buraya harcanıyor. Müştereken, müteselsilen ve mütemadiyen yaralayan, yaralı üreten sistem sorgulanmıyor.

Kumanya taşımayı gerektirmeyecek, köleliğe uzak, adalete yakın bir sosyal düzeni tesis etme amacı geçen yıllar içinde yitip gitmiş. Her sene daha çok kumanya taşıma hedefine kavuşurken, bu gidiş nereye diye sormak akıllara gelmiyor artık. Füzelerin düşmesine engel olamayışımız, bir silkiniş ve dirilişe sebep teşkil etmiyor. Füzeler düşer düşmez “akıllı” telefonlarımıza yardım mesajları düşüyor. Eş güdümlü bu mesajları atmaya ve almaya daha kaç on yıl devam edeceğiz? Bu saatten sonra bu hikayede telefondan gayrı akıllı kaldı mı?

Gölgesinde insanlığın dinlendiği çınarlar olma hayaliyle çıkılan yolda maki olmayı kader beller hale gelmişsek, kendimize birkaç sıkı soru sormanın vakti geçiyor demektir: Neden bu kadarına razı olacak denli savunmaya çekildik? Yola neden çıktığımızı unutacak kadar gömüldüğümüz bu meşguliyetin artık ne kadarını mazeret kabul edebiliriz?

İstanbul’dan Gitmek

On sekiz yaşında üniversite okumak için İstanbul’a gittim. Üniversite, sonrasında avukatlık, yazarlık, evlilik ve iki çocuk ve beş kitapla birlikte on sekiz yıl sonra, Şubat 2020’de İstanbul’dan ayrıldım, memlekete döndüm. Trabzonlu olarak gidip İstanbullu olarak döndüm.

Eve mi? Hayır. Anne ve babamın, kardeşimin yaşadığı, akrabalarımın olduğu, çocukluğumun geçtiği şehre. Eve Dönmenin Yolları’nı okuyan vardır da bilen var mı?


Benim yaşadıklarımı yaşayan, okuduklarımı okuyan, tanıdıklarımı tanıyanlar için deplasman duygusu ağır basıyor. Şairin dediği gibi, deplasmandır bu dünya.

İstanbul’dan ayrılmak kolay değil, kabul. Ama kalmak kolay mı?
Gittiğinizde, İstanbul’u kaybetmiyorsunuz. Kaldı ki kaybetseniz ne yazar. İnsan annesini, evladını kaybediyor.

İstanbul’u kaybetmekten ziyade insanların İstanbul’da kaybolduğundan bahsedilebilir. Bundan dert yanmakta haklıyız. İstanbul’da öyle bir kalabalık, trafik, keşmekeş ve iş güç koşturmacası var ki, son yıllarda arkadaşlarla, dostlarla bir araya gelmekte epey zorlanır olmuştuk. Bir yere gitmeden önce nasıl döneceğini düşünmek, daha varmadan onun stresini hissetmek, İstanbul’ya yaşamayanların anlayamayacağı sayısız ayrıntıdan biri.

İş güç, çoluk çocuk derken, İstanbul’da hayat insanları öyle bir kuşatıyor ki her geçen gün buluşmalar, bir araya gelme imkanları azalıyor, daraldıkça daralıyor. Buluşmaların rastlaşma düzeyine indirgendiği bir yerden bahsediyoruz. Paranın içine faiz, haram bulaşır da bereketi kalmaz ya, vakit de bereket kaybına uğruyor.

İstanbulluların, adeta “sünnet” saydığı, her vesile sözünü ettiği belli başlı konuları vardır. Gayrimenkul ve kiraları, trafik belası, İstanbul’da kafa dinlenebilecek sakin yerler ve nihayet, İstanbul’dan ayrılmak.

Yaşlılığını İstanbul’da geçirmeyi hayal eden bir insana rastlamak metrobüste tavus kuşuna rastlamak kadar zordur. İstanbul’dan dert yanmak, “gideceğim bu şehirden” diye düşünmek, niyetlenip planlar yapmak fena halde yaygın bir alışkanlıktır. İşin aslı, her insanın özel şartlarına bağlı olarak İstanbul’a bir dayanma gücü, tahammül eşiği vardır. Yirmi beş ila altmış beş arası diye bir tahmin yürütebilirim.

İstanbul’dan taşınmak üzerine olağan muhabbetlerimizin birinde, bir büyüğüm mealen şöyle bir laf etmişti: İstanbul, burda yaşayanlar için çekilmez bir evliliğe, dışardan gelenler için güzel bir sevgiliye benzer.

Aradan geçen altı ayda, iki defa İstanbul’a gittim ve bu sözü teyit edip döndüm. İstanbul’daki adaletsizliğin timsali talan ve yağma eserlerini, ranta açılan yasa dışı yerleri, türedi ucube binaları “görmüyorum” artık.

İçinde yaşarken, haneye tecavüz sayılan her türlü peşkeş eseri içimi darlandırır, bir nebze de olsa canımı sıkardı. Para hırsı ile gözü dönmüş, şehirleri yağmalayan, etikten ve estetikten nasipsiz, çatır çatır kul hakkı yiyen kontrolsüz güç karşısında yenik vaziyetteyiz. “Sağlı sollu” bir grup azınlık, bireysel olarak bu pislikten beri olmamız, sonucu değiştirmiyor ne yazık ki.

İstanbul’dan ayrılma nedenlerim bana çoksa soruldu, halen soruluyor. Bu yazı İstanbul’dan ayrılmayı düşünenler için değil, çocuklarım için yazılıyor. İçinde bulunduğum dönemin duygu ve düşüncelerini bir kenara not etmek istedim.

Bu yazıyı çocuklarım için yazıyorum dedim diye çocuklarım için yaşadığım sanılmasın. Kendini çocuklarına adayanlar kabilesine mensupmuşum gibi algılanmak istemem. Kendimizi Allah’a, değilse hayırlı bir davaya, hiç değilse kendi çocuklarımızdan ötelerde değebildiğimiz bütün çocuklara adayalım, öyle değil mi?

Konu konuyu açıyor… Parantezleri açmadan kapatıp İstanbul’dan ayrılma nedenlerimin önde gelenlerini başlıklar halinde yazayım.

Çocukluk.

Bekara İstanbul’da yaşamak, karı boşamak kadar olmasa da kolaydır. Hele üniversite okumak için çok ideal bir yerdir İstanbul. Vakti zamanında İBB’nin bir afişi vardı, vaziyeti gayet iyi özetliyordu: İstanbul’un kendisi ayrıca bir üniversitedir. Ne zaman ki evlenirsiniz, İstanbul’da işler zorlaşır. Durum yine de idare edilebilirse de, çocuk sahibi olunca, işler ciddi anlamda değişir.

İstanbul denen kaos ve keşmekeşte çocukluk tam anlamıyla işgal altında. Eski mahallelere özlem duyuyor değilim, küçük şehirlerde de mahalle kalmamış olabilir lakin bu farklı bir durum.

Güven içinde elini bırakabileceğin, çocukların özgürce serpileceği bir ortam sunmuyor İstanbul. En azından alt ve orta sınıfa ki, asgari yüzde seksene tekabül eder. Yurdun her yeri maganda dolu ama İstanbul haddinden fazla kalabalık olunca, metrekareye düşen maganda sayısı haliyle çok fazla. Çocukları sürekli gözetim altında tutmak, sürekli uyarıp durmak hiç sağlıklı değil.

Çocuğa sunabileceğin serbestlik, en iyi ihtimalle “denetimli serbestlik” oluyor.

Bu ve benzeri pek çok sorun, bugün evine asgari 12.ooo TL giren İstanbullu bir aile için sorun olmaktan çıkartılabilir elbette. Sözümona çocukla (buraya dikkat) “doğada” nitelikli vakit geçirmek, zaman ve para isteyen paket programlar halinde satışa sunulmuş vaziyette. Daha radikal çözümler için kolejler yılda 30-40 bin liralardan başlayan, başını alıp tırıs giden fiyatlarla sizleri bekliyor.

Örneklendirip uzatmadan, özetle ifade edersem, bir insanın çocukluğunu doya doya yaşaması için hiç de ideal bir yer değil İstanbul.

Kiralar.

İstanbul’da kirada değil kendi evinizde oturuyorsanız hayata 1-0 önde başlıyorsunuz. Bankadan kredi aldım, evimiz var artık, hele şu kalan 186 taksiti de ödeyelim.. gibi bir markaja girmişseniz, 2-0 geriden başlıyorsunuz. Müslümansanız 4-0. Zira faiz haram, son dönemde “tarihi fırsat” diye satışa sunulmuşsa da. Malum, Allah’a ve peygamberine savaş açmaktan bahsediyor inandığımız kitap. Ölmeyecek kadar domuz eti yemek, yahut susuzluktan öleceğim diyerek, zaruret hali, bir bardak şarabı yuvarlamak gibi değil ev sahibi olmak. Her neyse…

İstanbul’da gayrimenkul fetişizmi var. Zulüm bu. Kiralar çok yüksek ve ev sahipleri daha da, daha da yüksek olsun diye birbiriyle yarışıyorlar. (Hayır, hayırda yarış bu değil!) İş verenin, nasıl olsa piyasada işsiz çok, diyerek işçisine emeğinin karşılığını vermemesine, kolayca kapıyı göstermesine benziyor. Nasıl olsa kiracı çok. Hiç değilse 4 öğrenciyi, bilemedin, 12 suriyeliyi yığarsın eve, o parayı gene alırsın.

Somutlaştırayım: Bugün Trabzon’da iki çocuğumuzla insan gibi yaşanır bir eve 1.100 TL kira veriyoruz. İnsan gibi yaşayabileceğimiz (asla lüks değil) bir ev (muadili) için İstanbul’da en az 3000 TL’yi gözden çıkartmamız gerekir. O da nasıl bir ev? İlk depremde yıkılacak, altında kalacağın bir ev…

İstanbul Depremi.

Aklı olan tedbirini alır ve depreme dayanaklı bir evde oturur. Depreme dayanıklı ev, 99’dan sonra değil, 2007’den sonra inşa edilen eve deniyor. İstisnalar çoktur elbette ama bu, uzmanından alınmış teknik bir bilgi.

15 Temmuz’u yaşamış, orduya, siyasete, yargıya, diyanete filan güvenin yerlerde süründüğü bir ülkede kimse kusura bakmasın, binalara güvenmek salaklık olur. Bu ülkenin kurumları ne ki binaları ne olsun!
İstanbul’da bir deprem bekleniyor ve sonuç ciddi bir yıkım olacak. 99 yılından bu yana alınan tedbirlerin on katını önümüzdeki on yıl içinde alsak vaziyet yine de parlak görünmüyor.

Olası depremde İstanbul’a dışarıdan gelecek 3000 kepçe operatörü ile anlaşma yapıldığını, sadece enkazı kaldırmanın 2 yıl alacağını belediyedeki bir dost meclisinde öğrendiğimde tüylerim diken diken olmuştu. Bu minik yazıhaneden halka seslenecek gücüm yok, olsaydı, şunu derdim: Allah’tan başkasına güvenmeyin, tevekkülden önce tedbir alın. Kim, demokrasi şehitliği gibi türedi bir deprem şehitliğinde adını levhalarda görmek ister? Vatan size minnettar olur mu sanıyorsunuz!

Depreme dayanıklı bir eve geçelim dersen, faiz üstüne faiz gibi rant üstüne rant bindiriliyor, zulüm katlanarak artıyor.

Diğer türlü, ev diye içinde bulunduğun dört duvarı eşin ve çocukların için tabut olarak görmeye başlıyorsun. Böylesi bir güvensizliği, bu denli fahiş fiyatlara satın almak, içinde bulunduğum şartlarda su katılmamış bir enayilik olarak göründü gözüme. Üstelik bunu görmezden gelecek kadar uçuk kaçık bir kader anlayışına da hayli uzaktım. Bilmenin “mutsuzluğu” içindeydim. Allah büyüktü ama gelin görün ki benim inandığım Allah öyle bir Allah değildi. Gerekirse hicret de bir ibadetti, en az kurban kadar.

Akrabalar.

Bir Afrika atasözü imiş: Bir çocuk yetiştirmek için koca bir köy gerekir. Mahalle ölmüş, komşuluktan randıman alınamıyor, apartman dairesine sıkışmışsın, akrabalar da yoksa etrafta, bu ahval ve şerait içerisinde çocuk yetiştirmek çok zor.

Evimiz işimiz İstanbul’un Avrupa yakasında, Güngören-Bakırköy’de, benim ailem Trabzon’da, hanımın ailesi Anadolu yakasında, Pendik’te oturuyor. İlk çocuğumuzu beş yaşına kadar, en azından bir tarafa yakınız (!) diyerek büyüttükten sonra Allah nasip etti, ikinci çocuğumuz dünyaya geldi. Kısa bir süre sonra kayınpeder bütün aileyi alıp İstanbul’dan taşındı. Dede, nine, teyze, amca, dayı gibi akrabalardan çok uzakta çocuk büyütmenin hem zorluk, sorun, hem de bir haksızlık olduğu aşikar. Bilhassa dedenin-ninenin torunlar üzerinde, torunların onlar üzerinde hakları varken.

Aileleri İstanbul’da yaşayan anne babalar için böyle bir sorun yok. Olmasın da.

İstanbul’dan ayrılmakla ilgili karar, şahsa özel gerekçelerin, getiri ve götürülerin terazinin kefelerine konması neticesi verilebilir. Özneldir.
Şu da unutulmamalı ki insan alışma özelliği olan bir canlı. Her türlü yaşama alışıyor, değişiklikten korkuyor, rızık endişesi duyuyor, yıllar geçtikçe muhafazakârlaşıyor. Öyle ki benim bu şartlar altında İstanbul’dan ayrılmamı yanlış bulan büyüklerim olduğu gibi cesurca bulan arkadaşlarım da oldu. İkisi de yanlış bana kalırsa.

Akrabalar faktörü olmasa İstanbul’dan Trabzon’a taşınmayı düşünmeyecek biriyim. O kadar Trabzonluyum yani. Mesele İstanbul’dan sonrası ise… Sonrası bu ülkede taşra. Konum at derseniz, işte: Taşra. Her türlü avantajı ve dezavantajı ile taşra. Bu, başka bir yazının konusu elbette. Şu kadarını ekleyeyim: Taşra da 90’lı yılların taşrası, Bir Zamanlar Anadolu’da, Vavien gibi filmlerdeki ortam değil. Taşra mı kaldı arkadaş diyerek kestirip atmak da doğru değil belki ama hayat hızla değişiyor, yeni teknolojilerle birlikte.

Günün sonunda ben iyi bir İstanbullu olduğuma inanıyorum. Batıl bir inanç bu, diyebilirsiniz fakat İstanbul’un arkasından konuştuğum düşünülsün istemem. Sorun şehirde değil o güzel şehri yağmalamaktan bıkmayan, gözünü toprak doyursun diye isyan ettiğimiz barbar zihniyette. Arta kalan İstanbul ne kadar İstanbul’dur, tartışılır. Ara Güler de öldü ve giderken, fotoğrafını çekecek bir İstanbul kalmadı, diyerek canımızı biraz daha sıktı, o ayrı.

İstanbul’da çok güzel insanlar tanıdım, harika arkadaşlıklar, dostluklar kurdum, alanında önde gelen değerli insanlarla karşılaştım, sürünün kurt olduğunu fark edip ayrılan delidolu yoldaşlar edindim, sofralarına oturdum, değer gördüm, kıymet buldum. Minnettarım. Tek tek isim verip, ödül töreni konuşmasına döndürmeyeyim işi şimdi. Ne diyorduk?

Hayat bir sanat eseri ve biz içinde yaşamaya devam ediyoruz. Bir parça şiirle noktalı virgül koyayım: Gitmek nedir, kalmak nedir, taşra neresidir, var olmanın yaşamaktan alıp veremediği nedir, hayaller ne yana düşer, yola neden çıkmıştık, yeniden, yeniden düşünelim.

Uzak nedir?

Kendinin bile ücrasında yaşayan benim için

gidecek yer ne kadar uzak olabilir?

Başım açık, saçlarımı ikiye

ortadan ayırdım

kimin ülkesinden geçsem

şakaklarımda dövmeler beni ele verecek

cesur ve onurlu diyecekler

halbuki suskun ve kederliyim

korsanlardan kaptığım gürlek nara

işime yaramıyor

rençberlerin o rahat

ve oturmuş lehçesinden tiksinirim

boynumda bana yargı yükleyenlerin

utançlarından yapılma mücevherler

sırtımda sağır kantarı gizli bilgilerin

mataramdaki suya tuz ekledim, azığım yok.