“Şikâyet ettiğimiz şeyleri düzeltecek olan da biziz”

Taha Kılınç çok seyahat eden, çok okuyan ve yazan, çalışkan bir insan. Bir ömrü bereketli yaşama gayreti içinde olduğuna şahitlik ediyor ürettikleri. Yayımlanmış, ışıldayan 15 kitabıyla hasbihal etmeyi sürdürüyor okurlarıyla. İslam coğrafyasını gündem ettiği yazılarıyla da haftada iki kez Yeni Şafak Gazetesi‘nde yerini alıyor ayrıca. Kendisiyle genç kalacak bir röportaj gerçekleştirdik.

Sıklıkla seyahat eden birisiniz. Seyahat etmek, bilhassa da İslâm coğrafyasında seyahat etmek kişide ne gibi farklılıklara yol açar?

Ben seyahat etmenin ve yeryüzünde yol tepmenin, namaz ve diğer ibadetler gibi, Rabbimizin bir emri olduğuna inanıyorum. Kur’ân’da birçok ayet, zaten bize bu durumu hatırlatıyor ve hepimizi yola düşmeye sevk ediyor. İlginçtir, 20’den fazla ayette yeryüzünde gezip dolaşmanın telkin edildiği Kur’ân’da, kendilerine zekât ve sadaka verilecek olan sınıflar içinde sürekli zikredilenlerden biri de “yolda kalmışlar / yolda olanlar”dır. Yani Rabbimiz sadece yola çıkmayı emretmez, yolculara da ihtimam gösterilmesini ister. Seyahat mefhumuna böyle bakabilsek, önümüzde sınırsız bir ufuk açılacaktır, diye umuyorum.

İslâm coğrafyası, insanın bir ömür sürekli gezip dolaşsa bitirip tüketemeyeceği bir derinlik ve zenginliğe sahiptir. Bir Müslüman, aklı başında kararlar alır ve mantıklı hareket ederse, yeryüzünde yol teptikçe imanı ve ihsanı artar. Farklı coğrafyalardaki Müslümanları görmek, ona kendi alıştığı veya bildiği şeylerin “tek doğru” olmadığını öğretir. Seyahatlerini açık yüreklilikle ve merak duygusu eşliğinde yaparsa, ufku genişler ve taassuptan kurtulur. Seyahat ettiği halde ufku genişlemeyen ve taassuptan kurtulamayanlar da yok değildir. İşte onlar da yüreklerini yeterince açmadan ve meraksız şekilde yola düşenlerdir. Bana sorarsanız, bu türden seyahatlerden geriye yorgunluktan başka bir şey kalmaz.

Neyi Nasıl Yapmalı?” adlı kitabınızdaki “haddini bilmek imandadır” başlıklı yazıda “İslam’ı anlatırken, en az ibadetler kadar muâmelâta da ağırlık vermemiz gerekiyor” şeklinde bir tespitte bulunuyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız? İslam’ın nasıl bir din olduğunu anlamakta temel bir yanlışa mı düşüyoruz?

İslâm, iman ve amelden oluşan bir dindir. İnandığımız şeylerin Allah katındaki ispatı, davranışlarımızdır. Amel dediğimiz kısmın da çok önemli bir bölümünü insanlarla ilişkilerimiz oluşturur. Buna “muâmelât” diyoruz. Bir Müslümanın, Allah’la ilişkilerinin iyi olup da kullara yönelik tutumunda arızalar bulunması, ortada bir problemin olduğunu gösterir. Veya kullara karşı son derece nazik ve kibar bir insanın, Allah’a karşı sorumluluklarını ihmal etmesi de yine problemli bir haldir.

Bugün, İslâm’ı maalesef parçalara ayrılmış biçimde yaşıyoruz. Öyle inanmasak veya iddia etmesek de, din hayatımızın yalnızca belli alanlarını düzenliyor; diğer alanlarda ise sonuna kadar seküler ve kuralsızız. Mesela bu duruma pratik örnekler verelim: Beş vakit namaz kılan bir insanın yere tükürebilmesi, dış görünüşünden dindarlık akan birinin trafikte kul hakkı yemesi, ibadetlerini aksatmayan birinin çalışma arkadaşlarına kaba davranması, normalde yalana karşı olan bir anne-babanın çocuklarına yalan söylemekten çekinmemesi… Ne yazık ki listemiz oldukça uzun.

Bu parçalanmışlıktan kurtulmadıkça, gerçek anlamda Müslümanlar da olamayacağız. İslâm’ı hayatımızın her ânına ve alanına hâkim kılmak durumundayız. Daha yanındaki insana kibar davranamayan biri, “şeriat” veya “İslâm devleti” gibi cafcaflı laflarla ancak havanda su döver.

Beş kelime (Vallahi, İnşallah, Şükür, Nasip ve Hayırlısı) bizden hakkını istiyor, diyorsunuz. Şüphesiz, dahası da var. Allah’ın huzuruna kul hakkıyla çıkma tehlikesi kadar, kelime hakkı ile çıkma tehlikesi de var. Kelime ve kavramların anlam kaybına uğradığı, zayi olduğu bir vasatta sürekli olarak medeniyetten bahsedilmesini nasıl değerlendirmek gerekir?

Allah insanı yaratmış, sonra da ona merâmını anlatmak kabiliyeti (beyân) vermiştir. Rabbimiz, verdiği her nimette olduğu gibi, beyân nimetinin de yerli yerinde, iktisatlı ve güzel kullanılmasını ister. Bir Müslüman paldır-küldür davranamayacağı gibi, özensiz de konuşamaz. Kur’ân’da “zulme uğramış olma hali hariç”, Allah’ın kötü sözlerin açıktan söylenmesinden hoşlanmadığı belirtilir. O zaman, dillerimizden dökülen bunca kötü ve boş söz ne? Bu özensizlik ve paspallık neden?

Sorunuzda ifade ettiğiniz kelimelere başka örnekler de eklenebilir. Bir Müslüman, ağzından çıkanı bilir, bildiğini konuşur. Söylediği kelimelerin manasını, gittiği yeri, çağrıştırdığını ve muhatabının ondan anladığını ince ince hesap eder. Etmek zorundadır. Etmezse, aidiyet iddia ettiği dine de leke getirecek bazı yanlışlara sürüklenir. Toplum huzurunda zorlanır, müşkül durumlara düşer.

2000 sonrası doğan ve sosyal medya ortamlarında kendini bulan, kitaplara uzak ama bilgiye daha hızlı ulaşan bir kuşak var. Z kuşağı hakkında ne düşünüyorsunuz?

İsimlendirmelere çok takılmıyorum doğrusu. Her dönemin kendine göre imtihanları, zorlukları ve kolaylıkları vardır. Yeni yetişmekte olan nesli sürekli itham ve ilzam ederek, adeta “bunlardan hiçbir şey olmaz” demeye getiren üslupları da doğru bulmuyorum. Evet, potansiyelini heba eden yığınlar var. Ama içinde bulunduğumuz imkânların en güzel şekilde değerlendirerek kendisini azamî şekilde yetiştirmeye çalışan da var. Hem de sayıları hiç az değil.

Şunu unutmamak gerekir: Şikâyet ettiğimiz şeyleri düzeltmek de yine bize düşüyor. Gökten melekler inip bizim imtihanlarımızı devralmayacak. Elde ne varsa, Rabbimizin huzuruna çıkarken de onu götüreceğiz. Eski ve yeni bütün kuşaklara bu gözle bakmak gerektiğine inanıyorum.

Hz. Muhammed (sav) büyük mücadelesine 40 yaşında başladı. Bizse bugün Müslümanların daha 40’ına varmadan yılgınlığa düştüğü, atalete kapıldığı, “kendimi çocuklarıma adadım” gibi şık duran bahanelerin ardına sığınıp ideallerinden az çok vazgeçtiğine sıklıkla şahitlik ediyoruz. Neden böyle bir ruh hali peydahlanıyor? Bundan sıyrılmanın reçetesinde ne yazar?

Denge, her alanda hayatın altın anahtarıdır. Sloganlarda, hayallerde, ideallerde, ütopyalarda, gayret ve heyecanlarda… Velhasıl, her alanda dengeden şaşmamak gerekiyor. Sizin bahsettiğiniz yılgınlıkları yaşayan insanların neredeyse tamamında, sorun aynı: Çok küçük yaşlarda, olmayacak hayallere dalmışlar. Sonra hayat bu hayallerin gerçekleşmesine izin vermeyince de, diğer uca savrularak tamamen umutsuzluğa düşmüşler. Dengesizlik, insanın başına belâdır.

Mütevazı, sabırlı, istikrarlı, ciddi ama iddiasız, disiplinli ama takıntısız çalışmak durumundayız. Allah’ın bize herhangi bir başarı veya zafer borcu yoktur. Zafer ya gelir ya da gelmez. İllâ zafer gelsin diye çalışanlar, bir süre sonra bu neticeye ulaşmak için her yolu mubah ve kendilerini de vazgeçilmez zannetmeye başlarlar. Allah, sözde kendisi adına hareket edip de her yolu mubah ve kendilerini de vazgeçilmez zannedenlerin burnunu çok hızlı sürter. Diğer birçok günahı görmeyebilir, örtebilir; ama kendisi ve dini adına haddi aşanlara ayrıca gazap eder. Çevrenize bakın, bu ince noktanın çok sayıda ibretlik örneğini göreceksiniz.

Gençlere “muhakkak gezin görün” diyeceğiniz beş ülke, beş şehir hangisi, neresi olur?

Sık sık tekrarladığım gibi, bir Müslümanın 40 yaşından evvel şu beş coğrafyayı görmesi gerektiği kanaatindeyim: Buhara-Semerkand, Kudüs, Mısır, Balkanlar ve Endülüs. Bunlar tamamlanırken, daha başka birçok yer de aradan çıkarılır. Tecrübeyle sabittir.

Listeye Mekke ve Medîne’yi eklemiyorum. Oralar zaten vazife ve vecibe. Bunu söylemeye gerek yok.

Teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim.

Ramazan Günlüğü 17

Bir Müslüman vicdani retçinin Askeri Mahkemece cezalandırılıyor olmasının islamcı yahut muhafazakâr, ana akım yahut “paralel merkez” yahut “yandaş” medya tarafından “görülmediği”, görülmeye değer görülmediği bir zaman ve ortamdayız.

İslami kavramlar bazen çok şeyi açıklar. İmtihan!

Bazı şeyleri hatırlamanın ve hatırlatmanın zamanıdır.

Pınar Öğünç, Asker Doğmayanlar kitabının girişinde Türkiye’deki Vicdani Ret Mücadelesinin tarihini 11 sayfada etraflıca ortaya koyuyor.

Bir yerde şöyle bir “gönderme” yapmış:

“Vicdani Reddini açıklayanların sayısı artarken, 3. Müslüman Öğrenciler Buluşması’ndan da önemli bir bildiri çıktı. Özgür Açılım Platformu, Hür Beyan Hareketi, Umut Gençliği, Genç Öncüler, Felah Çağrısı ve Mavera Gençlik Hareketi’nin imzaladığı metinde, vicdani reddin, insani ve İslami bir hak olduğu belirtilerek çağrıda bulunuluyordu.”

Kitaptaki en çarpıcı bölüm, bana kalırsa ilk bölüm. Türkiye’nin ilk vicdani retçisi Tayfun Gönül’ün düşüncelerini okuyunca (öngörülerine, sadeliğine, netliğine, kararlılığına ve cesaretine bakınca) katılmasanız da takdir edeceksiniz!

Türkiyeli Müslümanların büyük kısmı askerlik sorunu ile hesaplaşmak için Tayyip Erdoğan’ın (”Baba”, Büyüksün!) vicdani retçi olmasını beklerken (2023’e kadar bekleyebilirler!) arkasına Allah’ı, Melekleri ve Müslümanları almamış Tayfun Gönül’ün sözlerine ve dahası sözleri ile uyumlu eylemlerine bakın. Yıl 1990!

Sokak Dergisi’nde kendisi ile yapılmış söyleşiden bir iki pasaj aktarmak isterim:

“Askerliğe karşı tepkin ne zaman başladı?

Çocukluğumdan beri diyebilirim. Çünkü ben kendimi bildim bileli, var olan dünyadan çok, olması ge­reken üzerine düşündüm.(…)

Neden paralı askerlik yapmadın, üç ay­da kurtaracaktın?

Yaşamımda her zaman düşüncelerimle, davranışlarım arasında bu uyumu gözetmişimdir. Sonuçta benim askerliğe karşı çık­ma nedenim; askerliğin zor ve uzun olma­sından değil, çünkü ben bir doktorum, her­kes bilir ki doktorlar zaten sıradan erler gibi bir askerlik yapmazlar, hayli rahat geçer. Tam tersine askerlik yapmayı reddetmek, bir doktor için yaşamını daha zor koşullar­da sürdürmektir.

Benim karşı çıkışımın nedeni ahlaki. Bu açıdan paralı ya da parasız, uzun ya da kısa dönem benim için fark etmez. Orduya katılmak militarist aygıtın bir parçası olmak demektir. Bunun ahlaki sorumluluğunu üstlenmek istemiyo­rum.

Bu kampanya başını belaya sokmaya­cak mı?

Bu kararı vermeden önce bir yıl kadar dü­şündüm. Birçok arkadaşımın yaptığı gibi gözden uzak, kıyıda köşede durup askere gitmemek de vardı. Ancak ben yaşamın an­lamını hiçbir zaman salt kendi yaşantım üzerine kurmadım.

Dünyayı değiştirmek mücadelesiyle kendimce bir bağ kuramadı­ğım zaman, huzursuz oluyorum. Böylesi gizli saklı yaşamak bana onursuz geliyor. Bunun pratik sonuçlarının farkındayım.

Beni zorla askere alabilirler. Saçlarımı ke­sip elbise giydirebilirler. Ama hiçbir zaman emredersiniz komutanım dedirtemezler. Elime silah verip al bir düşman diye karşım­daki insanları öldürtemezler. Selam verdirtemezler. Yapabilecekleri en fazla şey, beni öldürmek.

Doğrusu ölüm beni korkutuyor ama, insan yaşamını nereye ka­dar ölüm korkusuna göre düzenleyebilir?

Kimlerden destek umuyorsun?

Öncelikle kadın hareketinden. Çünkü militarizm hiç tartışmasız bir erkek ideolojisidir. Militarizme karşı mücadele (bazı fe­ministler gene kendileri adına politika üret­tiğim için kızacaklar ama) kadın hareketi­nin asli meselelerinden biridir.

Ayrıca, bu­gün Kürt ulusuna karşı ilan edilmemiş bir iç savaş vardır. Ben nasıl erkek olmama rağ­men cinsiyetime ihanet ediyorsam, bu sa­vaşa katılmamakla kendi ulusal kimliğime de bir anlamda ihanet ediyorum.

Dolayısıy­la Kürt hareketinden destek bekliyorum. Özellikle merak ettiğim bir konu sosyalistlerin tutumu. Acaba, bir anarşisti destekle­yecek kadar “özgürlükçü” olabildiler mi?

Hemen söyleyeyim, bir sosyalist ülkede de yaşasaydım, aynı kampanyayı yürütürdüm. Benim için ordunun kızılı da sarısı da beya­zı da hepsi bir. Ayrıca, Müslümanların tu­tumlarını da merak ediyorum. Bana öyle geliyor ki inançlarında samimilerse, bu lâ­dini devlette askerlik yapmak onlara da ters geliyor olmalı. “

Düşündürücü!

Pınar Öğünç’ün bahsettiği 3. Müslüman Öğrenciler Buluşması’ndan çıkan çok önemli gördüğüm ortaklaşma metnini buraya almadan önce okuru Hilal Kaplan ile baş başa bırakmak istiyorum.

Enver Aydemir askeri Cezaevine kapatıldığında “Müslümanların ‘vicdan’ları ile imtihanı” başlıklı bir yazı kaleme almıştı Taraf Gazetesi’nde.

(Yasin Aktay’ın Yenişafak Gazetesi’nde yayımladığı “Enver Aydemir’in Uyarıcı Vicdanı” da, adı üzerinde uyarıcı idi. Akılda kalmış.)

Hilal Kaplan uyarıcı yazısını irkiltici bir tarzda noktalıyordu:

“İmanî bir imtihanı fevkalâde bir biçimde veren Enver Bey ile Türkiyeli Müslümanlar olarak imtihan oluyoruz. Bu minvalde askere alınma ihtimali olmayan Müslüman bir kadın olarak vicdani reddin “hak” olduğunu haykırmak adına yapabileceğim ‘delikanlılık’ bu kadar. Bakalım Müslüman erkeklerimizin ‘delikanlılığı’ ne kadar olacak…” (30.12.2009)

Ve o Ortaklaşma Metni:

3. Müslüman Öğrenciler Buluşması Ortaklaşma Metni:

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

1.   Laiklik temelinde inşa edilen Türkiye Cumhuriyeti’nde askerlik, mesleklerden bir meslektir ve kimse bir mesleği yapmaya zorlanamaz. Askerlik dâhil hiçbir meslek “vatan borcu” sayılarak insanlara dayatılamaz.

2.   Halkı, başka hiçbir meslekten soğutmak suç olmadığı gibi askerlikten soğutmak da suç olamaz. ‘Halkı askerlikten soğutmak’ diye bir suç olacaksa, askerlik sırasında bu halkın çocuklarını aşağılayan Türk Silahlı Kuvvetleri seçkinlerinin tamamı söz konusu suç dolayısıyla yargılanmalı en başta.

 3.   Laik ve demokratik bir kimlik taşıdığını iddia eden cumhuriyetin askerlik kurumu, dini ve dinî kavramları bir meşruiyet zemini olarak kullanamaz. Dolayısıyla TSK’nın, ”Şehitlik”, ”Vatanın kutsallığı”, ”Peygamber Ocağı” gibi kavramları kullanarak İslami değerleri istismarına bir an önce son verilmelidir.

4.   Müslüman ancak Allah’ın rızasını gözeten bir orduya mensup olabilir. Müslüman bir şahsiyetin NATO gibi uluslar arası emperyalist bloğa dahil veya laik bir orduda kendi rızasıyla görev alması düşünülemez.

5.   Kişinin dinî, ahlaki, siyasi ve sair nedenlerle herhangi bir orduda zorunlu olarak askerlik yapmayı reddetmesi demek olan Vicdani Ret insani ve İslami bir haktır.

6.   Dünyanın pek çok bölgesinde vicdani reddin bir hak olarak tanındığı ve fakat “vatanı düşmanlardan korumaya dair” bir sorun veya zaaf yaşanmadığı kamuoyunun dikkatinden kaçırılmamalıdır.

7.   “Vatanı kimden koruduğumuz” ve “Kime karşı cihad ettiğimiz” sorularına Müslümanlar hiç şüphesiz vahyin ışığında yanıt bulmalılar. İki kardeş halkın çocukları, kirli bir ‘iç savaş’ın kurbanları oluyorken, devlet’ten veya kavim’den değil, yalnızca Hak’tan yana tavır almalılar!

8.   Askerlik yapmakla erkeklik / erkek olmak arasında mantıklı, rasyonel bir ilişki bulunmamaktadır. Ancak resmi ideolojinin sponsorluğunda kof ve yoz bir “erkeklik edebiyatı” yapıla gelmektedir. Gayrıfıtrî bu erkeklik kurgusu, ‘askerlik yapmayanın erkekten sayılmayacağı’, ‘askere gidince adam olunacağı’ ve ‘askere gitmeyene kız verilmeyeceği’ gibi komik ve korkunç ‘batıl inançlar’ın yaygınlaşmasına sebep olmaktadır.

9.   Askerlik yapmayan veya yapamayan insanlara bir kurum tarafından “çürük” denmesi o insanların ruh veya beden sağlığı ile yahut karakterleri ile alakalı olmayan, söz konusu kurumun kendine ait teknik bir tabirden ibarettir. “Çürük”, dışlayıcı ve aşağılayıcı bir dil’den dökülen kötü bir sözdür, kabul edilemez.

10.  Tüm bunlar düşünülerek, ‘zorunlu askerlik’ ve ‘vicdani ret hakkı’nın hem toplumsal hem de siyasi düzlemde ciddi biçimde -itidal ve derinlik içinde- tartışmaya açılması gerekmektedir.

 Özgür Açılım Platformu – Hür Beyan Hareketi – Umut Gençliği – Felah Çağrısı – Mavera Gençlik Hareketi

(2 Mayıs 2012)