2003 yılının yazı. 20 yaşındayım. Üniversite tatile girmiş. Ben memlekete dönmeyi hiç düşünmüyorum. Çok önemli bir işim var çünkü. Hiç rahatsız edilmeden çalışabileceğim bir ortama ihtiyacım var. Roman yazacağım.
Romanımın ilk cümlesi ile bir sırt çantasına sığan eşyalarımı aldım, Körfez’e gittim. Kocaeli Üniversitesi’nde okuyan arkadaşımın öğrenci evine yerleştim. Belki koca bir yaz yeterli gelmeyecek romanı bitirmeme, ama olsun, kitap büyük oranda ortaya çıkacak. Büyülü bir ilk cümle bana göz kırpıyor, içim kıpır kıpır, gerisi gelecek. Barajın kapakları açılacak.
Okumak tarafından vurulduk, kitaplara âşık olduk. Edebiyat soluğumuzu kesiyor, hayretler içindeyiz. Sevdamız davaya, davamız kavgaya karışmış. Damarlarımızdaki kan fokurduyor. Deli doluyuz. Dahası var mı? Varsa, ona da talibiz.
Kapılar, kapılar, kapılar önümüzde; resuller, nebiler, yazarlar, şairler, evliyalar, devrimciler, dervişler, deliler. Tarih sataşıyor, coğrafya elini uzatıyor, sanatın müziği kulağımıza geliyor.
Yollara bakıyoruz, illa ki yollara, içimize ve dışımıza. Gözümüz uzaklarda. Ufuklar dualarımızda.
Okuyoruz, yürüyüş yapıyoruz, öğrenci işi kahvaltılar, daldığımız yerden okumaya devam etmek niyetiyle yatıyoruz, uykuyu kısa kesip kalkıyoruz ve yine, yeniden, kitaplar. Ben ilave bir gayeyi taşıyorum, yazmaya çalışıyorum. Masamda, ucuzundan saman kâğıtlar, yarım kilo kadar varlar. O büyülü cümlenin ardı gelecek ve doldurulacaklar. Yaşam öykümün izinden gideceğim. Radyom bir iki frekanstan yayın yapacak, inancım tam.
Günler böyle geçip gidiyor, birbirini zahiren tekrar ederek. Öğrenciliğin dibindeyiz. Halimizden memnun mesut, kaderimize teslimiyet göstere göstere, önümüzde açılan uçsuz bucaksız zamanda yol alıyoruz, el yordamıyla. Amatörlüğü kep diye başımıza takmışız. Güneşli günler, kaygımız yok.
Körfez’deyiz. Kelimenin ilk anlamıyla; (isim, coğrafya) ‘karanın içine sokulmuş deniz parçası’ndayız. Dahası (sıfat) ‘kuytu, işlek olmayan’ bir yerdeyiz.
Gece yine geç yattık. Ben sabah ezanı ile uyandım. Namazı kılmak, camide kılmak istiyorum. Güne çok bereketli başlamak var. Arkadaşım bana eşlik etse iyi olacak.
Odasına gittim, uyanması için seslendim. Oralı olmadı, dürttüm:
– Sinan, Sinan kalk o’lum, sabah namazına gidelim.
– Ya uhhsmmmm!
– Uyan, sabah oldu, kalk, namaza haydi.
– Yaa manyak mısın, git başımdan.
Değil yataktan kalkmak, gözlerini bile tam açmadı.
Ben evden çıktım. Cami yakın sayılmaz. Hava aydınlanmamış. Yabancısı olduğum ıssız sokaklarda ilerliyorum. Derken, bir araba, olanca sessizliği ve hareketsizliği yırta yırta hızla geldi. Ani, acı bir frenle tam yanımda zınk diye durdu. Beyaz bir taksi… İki yandan iki adam, kapılar açıldı aynı anda. Hızla çıktılar, karşıma dikildiler.
Ben olduğum yerde dondum kaldım, ne olduğunu anlamaya çalışırken, biri konuştu:
– Ne arıyorsun bu saatte burda?
– Camiye gidiyorum.
Böyle bir cevabı, en azından benim gibi genç birinden hiç beklemiyordu sanırım. Biraz şaşırdığını fark ettim.
Adam, elini kalbimin üzerine koydu. Döndü, arkadaşına baktı. Döndü, bana baktı:
– Atla arabaya!
Aynı şaşkınlık, merak ve korku dolu dakikanın içindeyim. Hiç itiraz etmeden arabaya atladım. Belli ki adamların acelesi var. Kısa bir süre sonra mesele ortaya çıktı.
Adamlar sivil polis. İhbar var. Beyaz tişörtlü bir hırsızın peşindeler. Şu işe bakın ki ben de beyaz giymişim. O güzel türküdeki uyarıyı dikkate almamış, beyaz giymiştim ve polisler de beni tanımışlardı. Ne var ki türküde “seni yolcu sanırlar” diyordu. Meslek hastalığı olsa gerek, polisler beni hırsız sanmışlardı. Koştum mu, kaçtım mı anlamak için kalp atışlarımı dinlemişlerdi. Ya çok profesyoneldim ya da aradıkları kişi değildim. Emin olamadıkları için arabaya bindirildim.
Polis çılgın gibi kullanıyor arabayı. Süratle sokaklara girip çıkıyoruz. Evler bitişik nizam değil bahçeli. Kaybedecek bir dakikamız yok gibi. Her bulduğumuz boşluğa giriyoruz. Bazılarına kafamızı soktuktan sonra geri geri geliyor, artistlik manevralar yapıyoruz. Etrafta hareket halinde –mümkünse beyaz giyen- bir genç arıyoruz.
On dakika önce evde uyuyorken şimdi iki sivil polisle arabalı aksiyon sahnesini paylaşıyorum. Adamların polis olmama ihtimallerini ise düşünmek dahi istemiyorum.
Arabanın ani manevralarıyla arka koltukta bir sağa bir sola savrulurken sert bir frenle duruyoruz.
“Gördüm, şurda, şurda!” diyor polislerden biri.
İkisi de tereddütsüz, arabadan iniyor ve kaçan şahsın peşinden koşmaya başlıyorlar. Birini belindeki silahı çekerken görüyorum. Bir apartmanın arkasına geçtikten sonra gözden kayboluyorlar.
Ortalık yere gürültü içinde, saçma sapan park edilmiş, ön kapıları açık beyaz bir reno’nun arka koltuğunda tek başıma otururken, “ne işim var ya şimdi benim burda” diye soruyorum kendime.
Bazı evlerin balkonlarından bu yana bakıyor insanlar. Gün aydınlanmak üzere… Sabah namazı da gitti. Tercih etmediğim, tümüyle maruz kaldığım bir durumun içinde belirtisiz bir nesneyim. Kaç dakika olmuş!
Çıkıp eve gitmeyi aklımdan geçirirken arabaya doğru gelen bir adam görüyorum. Araba ve arabadaki varlığım saçma da olsa, sonuçta iki polis onu bana emanet edip de gitmişler. Neticede devlet malı… Biraz meraktan biraz da bu tuhaf sorumluluk duygusundan ötürü gitmekten vazgeçtim.
Adam ürkekçe sokuluyor arabanın yanına. “Hayırdır, ne var” edasıyla arabadan çıkıyorum. Hırsızların ne yönden gelip ne yöne kaçtıklarını eliyle gösteriyor bana. “Anlaşıldı” deyip adamı yolluyorum.
Kısa bir süre sonra polisler geri dönüyorlar. Hırsızı yakalayamamışlar. Beni de yol üstünde bir yerde bırakıyorlar.
Eve gidiyor, masamın başına geçiyorum. Arkadaşım halen uyuyor. Bense, kaç gün olmuş, romanımın ilk cümlesinden öteye geçebilmiş değilim.
Aradan geçen 14 yılda şiirler, kısa öyküler, çocuk kitapları yazmış olsam da bir roman yazmış değilim. Dahası, yazmaya teşebbüs edemedim bile.
Şairin dediği gibi oldu:
“Çocukluk, aşk, yokluk ve ölümden
dört kitaba heves ettim
ve ölümden başladım hiç istemeden
hevesimi de aldım dersimi de aldım.”
Belki ölümden değil ama çocukluktan başladım. Yine de dersimi aldım.
“Ve şimdi birçok sayfasını atlayarak bitirdiğim kitabın
başından başlayabilirim.”
Merak edenler için ekleyeyim: Romanımın ilk cümlesini hatırlamıyorum. Unuttum gitti. Ne var ki yeniden başlamak için harika bir ilk cümleye her zaman sahibim. İnanan herkesin sahip olduğu gibi:
Bismillahirrahmanirrahim.
Romanını değilse de, denemesini bir solukta okudum.
Epey bir tebessüm ederek:))
BeğenBeğen
Son zamanlarda okuduğum en dokunaklı yazıydı Sn. Özromansız 🙂
BeğenBeğen
Besmeleden sonra ikinci cümle, satır başındaki ilk cümle olabilir.
BeğenBeğen
Geri bildirim: Kuyucaklı Yusuf Neden Yargılandı? – mehmet ali başaran